Toplumsal Ahlakı Muhafazaya Çalışmak, Ayrımcılık Yapmak mıdır?

Toplumsal Ahlakı Muhafazaya Çalışmak, Ayrımcılık Yapmak mıdır? (Bu yazi Ideal Hukuk Dergisi 2013 yili 11. sayisinda yayinlanmistir.)

Muhterem Dilbirliği,

Bir yandan Almanya’da Türkçe yayınlanan gazetelerde boy boy, bakıcı/koruyucu ailelere verilen Türkiye kökenli göçmen çocuklardan bahsedilirken, diğer taraftanda, Alman ve Avrupa medyasında eşcinsel çiftlerin birlikte evlat edinmesi, evlilik dışı ilişkilerden dünyaya gelen çocukların babaları ile olan münasebetleri ve bunlarla ilgili yasal düzenlemeler, mahkeme kararları yer alıyor. Bir taraftan, milli, dini ve ahlaki duygularla, çocuklarımızın farklı dinlere ve milletlere mensup bakıcı ailelere verilmesi meselesine odaklanıp buna karşı çıkarken, diğer taraftan, içerisinde yaşadığımız batı toplumun aile kurumunda oluşmuş çöküntüyü görmezden geldiğimizi farkedemiyoruz.

Her ne kadar aslında bizim problemimiz değil gibi görünse de ve bizi ilgilendirmediğini düşünsek de, evlilik dışı dünyaya gelen çocukların babaları ile münasebetleri ve aynı cinsten bireylerin (eşcinsellerin) Almanya’da evlenmeleri ya da eşcinsellerin birlikte evlat edinmeleri tartışmaları, Türklerin içinde yaşadığı batı toplumun bir parçası olması sebebiyle, bizi de yakından ilgilendiriyor.

Bu bağlamda, ilkin evlilik dışı olarak dünyaya gelen çocukların babaları ile ilişkilerini düzenleyen yasayı ele alalım. Alman Anayasası evlilik ve aileyi devletin özel koruması altına alırken (Alman Anayasası’nın 6. maddesinin 1. paragrafı uyarınca, aynı maddenin 5. paragrafında), toplumsal açıdan istisna olan bir duruma işaret ederek, evlilik dışı doğan çocukların haklarının yasal güvence altına alınması gerektiği hususuna da işaret etmiştir. Bu hususta, toplumun tarihten gelen genel yapısına dikkat çekmek maksadıyla, benzer düzenlemelerin Weimar Anayasası’nda da yer aldığını belirtelim.

Esas olan ve toplum açısından ahlaki olarak kabul edilen olgu, aile kurumunun ve bu kurumun temeli olan evlilik ve nikahtır. Bu açıdan, aile kurumunun korunması ve evliliğin teşviki anayasalarla da güvence altına alınmıştır. Ancak batı toplumlarında, maalesef istisna olan durum -bir bakıma da gayr-ı ahlaki olarak kabul edilen durum- genişleyerek, genelin yerini almakta, herkes için giderek normalleşmektedir. Ve meseleye bu açıdan bakınca, anayasalarda evlilik ve aile kurumu güvence altına alınmakla birlikte, tarihi süreç içerisinde gayr-ı ahlaki olarak kabul gören evlilik harici birlikteliklerin ve bu gayri- ahlaki birlikteliklerin neticeleri artık daha sık görülür hale gelmektedir. Almanya’da sadece 2011 yılı istatistiklerine göre, evlilik dışı (unehelich) doğan çocukların sayısı 225 bindir. Bu rakam, Almanya’daki toplam doğum oranının % 34’üne tekabül etmektedir. Evlik dışı doğum oranının, toplam doğumlar içindeki yeri ise, Almanya’nın doğu eyaletlerinde % 61’e kadar çıkmaktadır.

Rakamların şaşırtıcılığı ve oranların büyüklüğü, meselenin ahlaki boyutunu tartışmadan bir kenara itmeyi, daha acil görünen, bu çocukların hukuki hakları meselesinin ele alınması gerekliliğini hukukçulara dayatmaktadır. Gelinen noktada artık ahlaki bir sorumuluk olarak kendini toplumun geneline dayatan, ilişkilerin ve çöküntünün gayr-i ahlaki olmasını tartışmak değil, her yıl evlilik dışı doğan bu kadar çocuğun haklarını ve tabi olacakları hukuku düzenleme gerekliliğidir.

Nitekim, Starssburg’taki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de, 3 Aralık 2009’da verdiği kararla, evlilik dışı doğan çocuğu ile kontak kuramayan babanın, aile hayatı prensiplerine aykırı olarak, ayrımcılığa (Diskriminierung) uğradığı kararına varıp, bu durumda olan babaların haklarını destekleyici şekilde bir karar almıştır. Bu kararın akabinde, Almanya Anayasa Mahkemesi de, evlilik dışı doğan çocuklarda babanın çocuğu ile ünsiyet kurmasını engelleyen BGB’nin (Alman Medeni Kanunu) ilgili hükümlerini Alman Anayasası’na aykırı bularak iptal etmiştir. Ve son olarak Alman hükümeti bir kanun tasarısı hazırlamış bulunmaktadır: BGB’de değişiklik yapan ve evlilik dışı doğan çocukların babalarıyla ünsiyet kurmasının kolaylaştıran bu yasa 31.01.2013 tarihinde Federal Parlamento tarafından da kabul edilmiş ve kanun olarak yürürlüğe girmiştir. Ve bu yasa ile birlikte, evlilik dışı dünyaya gelen çocuklarla, evlilik içerisinde dünyaya gelen çocukların sosyal durumlarının, Weimar Anayasası’ndan beri ilk defa eşitlendiği belirtilmektedir. Aslında bütün bu ifadeler, evlilik dışı dünya gelen çocuklara bakışın ve bu tür ilişkileri hoş görmeyen bir ahlaki direncin, Alman toplumunda yüz yıllık bir süreç içerisinde nasıl değiştiğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, toplumun önemli bir kısmı için, 31 Ocak 2013 tarihinde kabul edilen ve evlilik dışı doğan çocukların babalarıyla ilişkilerini düzenleyen ve Aile benzeri bir durum yaratmaya çalışan bu yasaya rağmen, bu tür ilişkilerin normal ve ahlaki olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna rağmen Alman toplumunda bu tür ilişkilerin kabul görmesi ve yaygınlığı ile, ailenin yerini almasının önüne geçilememektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, evlilik bağı olmaksızın yaşayanların sayısı arttıkça, evlilik dışı doğan çocukların sayısıda artmış, evlilik bağı olmaksızın kurulan birliktelikler, çocukların dünyaya gelmesiyle, evlilik birlikteliğine benzer yaşam biçimleri oluşmuştur. İşte bu alanda,Almanya’da sayıların oldukça yüksek rakamlara ulaşması, hem bu birlikteliklerin, hemde bunların neticesi olarak dünyaya gelen çocukların hukuki durumlarının sorgulanır hale gelmesine yol açmıştır. Evlilik dışı dünyaya gelen çocukların sayılarının bu kadar fazla olması, bu alanda hukuki düzenleme yapma ihtiyacını ortaya koymuştur.

Bu hukuki düzenlemeler yapılırken, hem AIHM kararı hemde Alman anayasa mahkemesi kararı göz önünde bulundurulmuştur. Hedefte, Alman anayasasında yer alan, evlilik dışı doğan çocukların ruhi gelişimlerinin, aynı evlilik içerisinde doğmuş çocuklar gibi sağlanması için devletin gerekli yasal düzenlemeyi yapması hükmüde gözönünde bulundurulmuştur.

Eski yasal düzenlemeler çerçevesinde, evlilik dışı dünyaya gelen çocuklarda, babalığına hükmolunan, velayet hakkını annenin müsadesi olmadan kullanamıyordu. Ne yaparsa yapsın, mahkemeye gitse dahi, annenin onayı olmadan ne çocuğuyla ünsiyet kurabiliyordu, ne de velayetten doğan babalık haklarını kullanıyordu.

Yeni yasa çerçevesinde, evlilik dışı doğan çocuğun babası, mahkemeye müracaatı halinde, çocuğun velayetini, çocuğun anası ile birlikte kullanabilecek ve çocuğun annesinin onayının alınması şartını ortadan kalkmaktadır. Daha önceki düzenleme böyle bir ihtimali, küçüğün annesinin rızasına bağlıyordu. Biyolojik olarak çocuğun babasının tespiti mümkün olsa dahi, anne müsade etmediği müddetçe, çocuğun baba ile görüşmesi ve velayet hukukundan doğan haklarını, babanın kullanması imkansızdı. Yeni yasal düzenleme ile Alman kanun koyucusu, bir Quasi Familie (Sanki aile gibi) durumu yaratarak, çocuğun ruhi ve bedeni gelişimini, bu şekilde, anayasal çerçeveye sokarak, evlilik içerisinde doğmuş çocuklarla eşit hale getirmiş oluyor.

Sosyal anlamda Alman toplumunu ilgilendiren ise -belkide ahlaklı bir insan olarak sormamız gereken- bu problemdeki ahlakiliğin, başka bir deyişle, somut olarak gayri ahlaki olan bir problemin neticesi olarak ortaya çıkan problemlerin çözümüne yönelik hukuki düzenleme yapılmasının ahlaki olup olmadığı sorusudur.

Almanya’da yaşayan Türklerin gündemini bu ve başka konular işgal ederken, bizi çok yakından ilgilendiren bir başka haber Avrupa’nın genelinde ve Türkiye kamuoyunda gündem oluşturdu; Hollanda’da yıllar önce eşcinsel bir çifte “Pflegekind” olarak verilen bir Türkiye göçmeni çocuğun durumu Türk kamu kurumlarının da devreye girmesiyle tüm Avrupa’da haber oldu.

Ve konu hem Türkiye’de ve Avrupa’da tartışılırken, 18 Şubat 2013’de Strassburg’ta AİHM’de görüşülen bir davada ve 19 Şubat 2013’de ise Alman Federal Anayasa Mahkemesi’nde görülen bir davada eşcinsel çiftlerin birlikte evlat edinmesine “Sukzessivadoption” onay verildi. Hatta, bu karar ile birlikte, eşcinsel eşlerin de, doğrudan evlat edinebileceği yorumları yapıldı.

Strassburg AİHM mahkemesi, verdiği kararda, Avusturya’dan müracaat eden eşcinsel bir çiftin(homo birliktelik), birlikte evlat edinmesine Avusturya’daki mevcut yasalar çerçevesinde imkan tanınmadığını ve farklı cinsten çiftlerle (hetero birliktelik) ve evli çiftlerle kıyaslanınca, bunun ayrımcılığa (Diskriminierung) yol açtığını belirterek, eşitlik ilkesi (Gleichstellung) gereği Avusturya devletinin buna müsade etmesi gerektiğini söyledi. Bu kararı ile AIHM tüm Avrupa’da eşcinsellerin yukarıda belirttiğimiz şekliyle “Sukzessivadoption” şeklinde evlat edinmesine imkan tanıma yolunu açtı.

Alman Anayasa Mahkemesi ise, bir gün sonra vermiş olduğu kararda, Strassburg AİHM kararı paralelinde bir karar vererek, aynı cinsten olanların birlikte evlat edinmelerinin Alman Anayasası’na aykırı olmadıgını ve bu hususta yasak koyan kanunların, anayasa ile bağdaşmadığını onaylamış oldu. Ve gelinen noktada, hükümetin 2014 yılının Haziran ayı sonuna kadar yeni bir yasal düzenlenme yapması beklenmekte.

Almanya anayasa mahkemesi tarafından verilen kararda, esas olarak Alman anayasasının 3. maddesinin 1.fıkrasına ve 6.maddenin 1.ve 2. fıkrasının hükümlerine dayanmıştır. Anılan kararda, Alman anayasa mahkemesinin kanaatimce en büyük yanlışı, Lebenspartnergesetz (kayıtlı evlilik benzeri homo veya hetero birliktelikleri düzenleyen yasa) ve Alman anayasasının 6.maddesinin 1. fıkrası gereği, kayıtlı eşcinsel birliktelikleri, aynı yukarıda anılan AİHM kararı paralelinde, Aile kavramı (Familie) ile, bir/eş tutmuş olmasıdır.

Sonuç itibariyle, iki karar da, eşitlik ve insan hakları adına (!), eşcinsel birliktelikleri, normal, fıtrata uygun ve dolayısıyla ahlaki olan farklı cinsten (kadın ve erkeğin) bireylerin fıtrata uygun olarak çoğalmak için evlenip yuva kurduğu aile kurumuyla eş tutarak, toplumun çekirdeği olan aile kurumunun tümüyle çökmesinin yolunu açmaktadır. Evlilik dışı doğan çocukların babaları ile kişisel ilişkileri düzenleyen yasadaki temel hedef de aynıdır.

Geçtiğimiz günlerde vefaat eden ünlü hukukçu R.M.Dworkin’e göre Ahlak ve Hukuk ayrılmazdır. Bir başka hukuk felsefecisi Duguit’e göre de; hukuk kaynağını, toplumu meydana getirenlerin kollektif şuurundan alır. Aynı şekilde, filozof Kelsen’e göre de, anayasa dahil tüm normlar geçerliliğini tüm toplum için temel bir normdan alır. Temel normun geçerliliği ise siyaset, ahlâk ve dine dayanır. İslam’ın ve diğer ilahi dinlerin, tamamen insan ve yaratılış fıtratına aykırı bu yeni duruma bakışı ise dinen bellidir ve Kur;an-ı Kerim’de sapkınlık olarak ifade edilmiştir.

AİHM ve Alman Anayasa Mahkemesi hukukçuları, eşitlik (Gleichstellung) ve ayrımcılık yasağına (Diskriminierungsverbot) karşı olduklarına dayanarak kararlarını verirken, aile kurumu açısından mevcut olan ahlaki ve dini değerleri görmezlikten gelmekte, eşitlik (Gleichstellung) ve ayrımcılık yasağını(Diskriminierungsverbot) hukuk kuralları açısından dikkate alınacak yeni değerler manzumesi olarak önümüze koymaktadır. Şimdi bizlerin bu değerler manzumesini, sırf hukuki olduğu için ahkali de bulmamız ve kabul etmemiz mi gerekiyor?

Avrupa açısından 18 Şubat 2013 ve Almanya açısından ise, 19 Şubat 2013, Anayasalarla korunan Aile kurumunun, mahkeme kararları ile bu koruma sınırının dışına çıkarıldığı ve mahkeme kararları ile nikah ve aile birlikteliklerine gerek olmadığının tescillendiği tarihlerdir. Kararların hukuken gerekçelendirilebilse dahi, Gayr-i ahlakiliği teşvik eden kararlardır.

Son olarak, tekrar başa dönüp, hem hristiyanlık açısından hemde İslam dini açısından şu soruyu soralım: Aile kurumunun korunması hilafına, evlilik dışı ve eşcinsel ilişkilere dair anayasa mahkemelerince ve AİHM tarafından alınan kararların ahlaki ve fıtri olup olmadığını, içinde yaşanılan toplumun çoğunluğunun dini inançlarına, uygun olup olmadığını sorguladığımızda ayrımcılık mı yapmış oluyoruz?

Hukuk Yazilari içinde yayınlandı | Yorum bırakın

3 Mart 2015 TRT TÜRK Canlı Gündem Avusturya İslam Yasası

Videos / TV Sendungen içinde yayınlandı | Yorum bırakın

7 Ocak 2015 ÜLKE TV Ince Fikir Islamofobi

Videos / TV Sendungen içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Hamburg Modeli İslam – Hamburg Eyaleti İslami Cemaatleri resmi olarak tanıma yolunda

Hamburg Modeli İslam
Hamburg eyaleti İslami Cemaatleri resmi olarak tanıma yolunda

Son yazımızda 2013 yılının Almanya’da seçim yılı olduğunu ve devletin müslümanların hislerine tercüman olmadıkça, tartışmaların sürüp gideceğini belirtmiştik. Nitekim öyle olmaya devam ediyor.

Gurbette Bayramlar Zordur

Almanya İslam toplumu dolu dolu ve bereketli, bir nebzede olsa kavgasız gürültüsüz geçen bir Ramazan ayından sonra tam Ramazan bayramına hazırlanırken, müslümanlar açısında sevindirici haber Hamburg’tan geldi. Hamburg eyaleti hükümeti, DİTİB(Diyanet İşleri Türk İslam Birliği) , İGMG (İslamische Gemeinschaft Milli Görüş), VİKZ(Verband der İslamische Kulturzentren = İslam Kültür Merkezleri Birliği) ve ALEVİ cemiyetleri ile devlet sözleşmesi imzalayacağını açıkladı. Bu açıklamanın ardından İslami kesimde seviyeli bir sevinç belirtileri oluşurken, yine belirli çevrelerce yönledirilen aleyhte haberler ve eleştirilerde gündemi doldurmaya başladı.

17 yıldan beri Almanya’da ki geçen yaşam sürem boyunca, beni en çok rahatsız eden, üzen durum, Bayramları istediğimiz gibi geçirememekti. Ancak yinede hafta sonlarına gelen yada Almanya’daki tatil günlerine çakışan bayram günlerinde, Türkiye’den  bildiğimiz alıştığımız şekli ile aile ve dostlar arasında geçirmeye çalışırdık. Geri kalan zamanlarda ise, imkan ölçüsünde aralara sıkıştırılan küçük ziyaretlerle kendi çevremizde en azından bir bayram havası oluşturmaya çalışırdık.

2000 li yılların başından itibaren ise, okullarda gayri resmi olarak, müslüman öğrencilerden isteyenlere, velilerinin mazeret dilekçesi vermesi şartıyla, bayramların ilk iki günü mazeretli sayılıp izin verilmesi imkanı oluşturuldu. Resmi bir dayanağı olmadığı için ve veliler tarafından da pek bilinmediği için bu uygulama ağır aksak halen yürütülmekte. Ancak, bayramı ailecek kutlamak isteyen aileler tarafından ve bayramlara önem verenler tarafından kullanılmakta bu yöntem.

Hamburg eyaletinin İslami cemaatlerle yapacağı anlaşmada, kural altına alınan, üzerinde anlaşılan konulardan biride, İslami dini bayramların artık Hamburg eyaletinde müslümanlar için resmi tatil sıfatıyla değerlendirileceği idi. Artık, bayramlar Hamburg’ta bayram olarak kutlanacaktı.

Devlet Sözleşmesinin Arka Planı
Hamburg eyaleti ile, İslami cemaatler arasındakı sözleşmelere ve günlük tartışmalarına geçmeden önce, bu tür sözleşmelere ve hukuki arka planına bakmak gerekir. Devlet sözleşmeleri (Staatsvertraege)nden bahsederken, bunun sadece konumuzla ilgisi olan, bir dini cemaat ile yapılan asözleşmenin (Staatskirchenvertrag yada Konkordato) anlaşılması gerektiğini de ayrıca belirtmekte fayda görüyorum.

Tarihi özelliği itibarıyle bakılacak olursa, Avrupa’da devlet kilise sözleşmeleri yada Konkordato; devlet gücü ile dini bir cematin arasında arasında yapılan anlaşma olarak tarif edilmektedir. İlk defa 23 Eylül 1122 de  Alman İmparatoru V. Henri ile Vatikan’ı temsilen Papa Calixt II arasında yapılan ve Alman İmparatoru ile Vatikan arasında o dönemde mevcut olan çatışmayı bertaraf eden, halen geçerli olan Worms Konkordatosuyla (Konkordat von Worms)  vücut bulmuştur. Daha sonra tarihi sırasıyla, 1208’de Aragon (bu günkü İspanya’da Katalonya bölgesi), 1213’de Ingiltere ile, 1268’de Fransa ile  ve sonrasında İsveç ve Norveç ile Konkordato lar imzalanmıştır. 1122 deki Worms konkordatosuna kadar, kilise ve devlet bir ve eşit kabul edilirken, bu tarihten, ortaçağın sonlarında kadar, İmparator V.Henri ile imzalan bu Konkordato ile kamu gücü, devlet gücü veya iktidar gücünü (ne derseniz deyin) kilise ele geçirmiştir.

Ortaçağ sonlarında Luteryen hareketin başlaması ve protestanlığın doğmasıyla katolik kilisesi bu gücünü kaybetmiştir.

Almanya’da Weimar anayasasının 1919 da yürürlüğe girmesiyle, Anayasanın 137.maddesinin 1. Paragrafına göre devlet ile kilise birbirinden ayrılmış, Alman Devleti, devlet dininden ve devlet kilisesi kavramından vazgeçmiştir. Weimar anyasasının bu hükümleri, yani devleti ve kiliseyi birbirinden ayıran ve buna ilişkin düzenlemeleri içeren 136-137-138-139 ve 141. maddeleri, mevcut Alman anayasasının 140. Maddesi hükmüne göre, aynen kabul edilmiş ve bügün de halen geçerliliğini korumaktadır.
Kilise tarihi açısından, Vatikan’ın ve Roma’nın statüsünün belirlenmesinden sonra, 1. Dünya savaşının akabindeki  dönemde, Papa PIUS XII. Kilisenin pozisyonunu güçlendirmiş ve bir çok Konkardato, yeniden elden geçirilerek imzalanmıştır. Bu aşamada Almanya’da da 1924 yılında Bavyera Konkordatosu, 1929 yılında Prusya Konkordatosu, 1932 yılında Baden Konkordatosu ve nihayetinde 1933 yılında Reich (Devlet) Konkordatosu Vatikan ile imzalanmıştır. Sonuncusu federal hükümet bazında imzalanmış olup, Almanya’daki tüm katoliklerin haklarını güvence altına almak maksadı güdülmüştür.

2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’da kilise ile devlet arasından imzalanan devlet anlaşmasına en iyi örnek 1955 yılında Aşağı Saksonya eyaletinin, bu eyaletteki protestan kiliseleri ile yapmış olduğu Loccum devlet-kilise anlaşmasıdır. Bu anlaşmadan sonra 1957 yılında Alman anayasa mahkemesi bilhassa Nazi Almanyası döneminde 1933 yılında Vatikan ile yapılan kilise-devlet anlaşmasının geçerli olup olmadığı ile meşgul olmuş ve bunun geçerli olduğu kararına varmıştır.
Burada, Alman kamu hukuku açısından bir ayrıma gidilmekte, Vatikan ile imzalanan anlaşmalar Konkardato olarak tarif edilmekte, gerek eyaletler tarafından imzalanmış olsun, gereksede Federal hükümet tarafından imzalanmış olsun, Alman anayasasının 32. Maddesi gereği devletler arası anlaşma statüsünde geçerli olmaktadır. Hatta bir başka kararında Alman anayasa mahkemesi, eyaletlerin Vatikan ile imzalayacakları anlaşmaların, federal hükümetin onayına gerek olmayacağını, bunun bir kültür anlaşması olduğunu ve bu işlerinde her eyaletin kendi yetkisinde olduğuna karar vermiştir.

Almanya’da katolik cemaat haricindeki diğer dini cemaatlerle yapılan anlaşmaların, uluslararası statüsü olmayacağı, ancak evangelist (protestan) kilisesinin, kamu tüzel kişisi statüsü tanındığı için, evangelist kiliselerle yapılan anlaşmaların, devlet-kilise anlaşması olduğunu ve kamu hukuku alanına girdiği ifade edilmektedir.

Devlet-Kilise anlaşmaları, aynı uluslararası anlaşmalar gibi kabul edilip, anayasa mahkemesi kararıyla, anayasal denetim dışında bırakılmıştır.

Almanya’da 2. Dünya savaşı sonrası yahudilerle ilk olarak 1971 yılında, Berlin eyaleti (Batı Berlin) ile burada yaşayan yahudi cemaati arasında devlet-kilise anlaşması imzalanmış ve 2006 yılına kadar 8 eyalet ile bu eyaletlerdeki yahudi cemaatleri arasında devlet-kilise anlaşması imzalanmıştır.

Bu anlaşmalara rağmen, Alman devleti hiç bir dini resmen tanımamakta, devlet-kilise anlaşmalarında, dini yada mezhebi temsilen cemaatleri muhatap almakta, bir bakıma sadece o dine mensup cemaatin varlığını kabul etmektedir.
Açıkça söylemek gerekirse, kompleks ve karmaşık yapıdaki ve kendisini tüm dinlere eşit mesafede gören, Alman devlet ve eyalet sisteminde, dini cemaatlerin varlığını belgelemek bile, başlı başına başarı olarak kabul etmek gerekir.
İslamiyet ve Muhatap Sorunu:
1998 yılında, Brüksel’de Avrupa parlamentosunun Yeşiller Grubu tarafından organize edilen 3 günlük bir sempozyumda, değişik partiler adına konuşan parlamenterler, sanki ağız birliği etmişçesine, aslında islamı din olarak tanımaya hazır olduklarını, ancak muhatap bulamadıkları için bunu gerçekleştiremediklerinden dem vuruyorlardı. 3. Gün sonunda, artık dayanamayıp; aslında niyetlerinin İslamı tanımak olmadığını, kendilerinin; katolik ve protestan cemaatlerde olduğu gibi bir silsile içerisinde, sekülerleşmiş bir islam arzuladıklarını, bu arzularının islamın evrenselliği ve tüm insanlığı muhatap alan özelliğinden dolayı hiç gerçekleşmeyeceğini, islamı temsilen gerekirse AB içinde yaşayan tüm müslümanların yada cami derneklerinin tek tek muhatap olarak alınması gerektiğini söylediğimde, başta tartışma oturumunu yöneten Belçikalı parlamenter olmak üzere, salon derin bir sessizliğe bürünmüştü. Verilen cevap ise çok daha ilginçti: Böyle bir durum ne hukuken, ne de fiilen mümkün.

Kilise organizasyonuna benzer bir organizasyon içerisinde, islami cemiyetlerden bir yapılaşma bekleyen Alman devleti, müslüman haklarının korunması ve bu hakların tanınması için yapılan müracaatlarda, müracaatı yapan müslüman şahısları ve cemiyetleri, mevcut yasalar ve sözleşmeler çerçevesinde dini cemaat statüsünde görmemeyi alışkanlık haline getirmiş ve yapılan müracaatların çoğunu bu sebeple reddetmiştir. Bu açıdan Berlin eyaletinde kurulu bulunan Berlin İslam federasyonu ile Berlin eyaleti arasındaki, İslam Din Dersi verilmesi hususundaki mücadele, bu açıdan belkide ilkler sırasında sayılacak bir hukuki olaylar manzumesidir.

1980 yılında kurulan ve kurulduğu günden bu güne kadar, Berlin’deki islami cemiyet ve cemaatleri temsilen, Berlin’de yerleşik tüm okullarda, İslam dindersi verme hakkı için mücadele eden, Berlin İslam federasyonunun, ilk etapta Berlin’de yaptığı müracaatı, Berlin eyaleti Eğitim Bakanlığı(Schul Senat) tarafından reddilmiştir. Gerekçe, bünyesinde neredeyse Berlinde yerleşik tüm islami cemaat ve cemiyetleri toplayan Berlin İslam Federasyonu, Berlin eyaleti anayasası çerçevesinde “Dini cemaat” statüsünde görülmeyerek, müracaat reddilmiştir. Bunun üzerine iş yargıya dökülmüş, ilk etapta Berlin eyalet İdare Mahkemesi, devamında da Federal Eyalet İdare Mahkemesi tarafından, müraccatı yerinde görülerek, mahkeme kararı ile Berlin İslam federasyonuna, İslam din dersi vermek üzere “Dini Cemaat” statüsü tanınmıştır. (Federal İdare Mahkemesi Dosya No:BverwG 6 C 5.99)

Bü gün itibarıyle, Berlin İslam Federasyonu 4600 civarında mülüman öğrenciye, 21 öğretmenle, seçmeli İslam Din Dersini vermekte, organize etmektedirler.

Berlin’i örnek alarak, diğer eyaletlerde de aynı şekilde İslam din dersi için müracaatta bulunan islami cemaatler, maalesef Berlin’deki gibi dini cemaat statüsü kazanamamışlardır. Mesela bu bağlamda, Hessen eyaletinde, yıllardır süren bir hak mücadelesi vardır. Koyu katolik yapısı ile bilinen Kuzey Ren Westfalya eyaletinde ise, devlet eliyle, tepeden inmeci şekilde, zorlama yoluyla verilmeye çalışılan bir İslam dini modeli mevcuttur. Berlin’deki mahkeme kararından sonra, KRV eyaletinde, İslam Din Bilgisi (İslamkunde) devlet eliyle seçmeli olarak okullarda verilmeye çalışılmış ancak, zorlama bir program olduğu baştan beri tartışılan bu ders, gerek İslami Cemaatler tarafından, gereksede veliler tarafından kabul görmemeiştir. Aynı şekilde, yine bu eyalette yapılan, Brühl şehri ve havalisindeki din dersleri ile ilgili müracaatın aynı Berlin’de ki gibi Eğitim Bakanlığı tarafından reddedilmesi ile dava açılmış, dava yıllarca sürüncemede bırakıldıktan sonra, müracaat edenlerin, dini cemaat statüsü taşımadıkları gerekçesiyle, dava reddedilmiştir. Bir hatırlatmayıda yapmakta yarar var. Berlin eyaleti ile ilgili verilen karar, 11 Eylül 2001 tarihinden önce verilmiştir. Diğer eyaletlerde verilen kararlar ise, bu tarih sonrası ve tüm hıristiyan dünyasında, neredeyse her müslümanın terörist olarak damgalandığı bir dönemde verilmiştir.

Hamburg Modeli İslam Din Dersi
2001 yılında, Hamburg Üniversitesi ile, bu eyaletteki tüm dini cemaatlerin ortak düzenledikleri, “Hamburg’ta Din Dersleri ve Din Dersi Öğretmeni yetiştirme” konulu bir sempozyuma katılmıştım. Orada Diyanet (DİTİB) ve Alevi cemaati haricinde, diğer İslami Cemaatleri temsilen Hamburg Şurası adı altında birleşik çalışma yapan müslümanlar, okullarda verilen din dersleri ile çok ilginç bir tespite ulaşmışlardı. Hamburg’taki devlet okullarında verilen din derslerine (Hıristiyan-evangelist) katılanların %70 nin üzerinde bir çoğunluğun, türk ve müslüman öğrencilerden oluştuğunu, hatta bazı okullarda yahudi öğrencilerin dahi bu derslere girmek zorunda bırakıldıkları tespitine varmışlardı. Alman Federal Anayasasına göre, bu durumlarda karar vermeye yetkili olan veliler, eğer Hamburg’ta dilekçe ile müracaatta bulunup, çocuklarını Hamburg Eyaleti Evangelist Kilisesi tarafından verilen din derslerinden çektikleri takdirde, kilise, derslere yeterli katılımın sağlanamaması nedeniyle, bu alanda haklarını kaybedecek ve kamu tüzel kişiliği vasfınıda geri vermek zorunda kalcaktı. Bunun üzerine harekete geçen Şura Hamburg üyesi müslüman cemiyetler, evangelist kilisesi ile anlaşma yaparak, verilen din derslerinin içeriğini değiştirme ve müslüman öğretmende görevlendirme hakkınıda ellerine almak suretiyle fiili bir durum yaratmışlar, evangelist kilisesi bünyesinde, islam içerikli din dersi verilmeye başlanmıştır. Böylece Hamburg2taki İslami cemaatler diğer eyaletlerdeki, reddedilme korkusunu yaşamadan, evangelist kilisesinin alt yapısıyla, bu eyalette din dersi vermeye başlamışlardır. Tabi bu arada Hamburg evangelist kiliseside, bu alanda yetkisinin kaybolmasının önüne geçmiş, kamu tüzel kişisi statüsünü korumuştur. Aynı şekilde, din dersi öğretmeni yetiştirme ile ilgili husustada islami cemaatler, benzer bir anlaşma yoluna gitmiş, evangelist kilisesinin bünyesinde, Almanya’da bir ilk olarak müslüman din dersi öğretmenlerinin çalışmasının önü açılmıştır.

Hamburg Devlet Sözleşmesi – Hamburg Modeli İslam

Şunu açıkça belirtmekte yarar var. Hamburg’ta imzalanacak olan bu anlaşma, 2007 yılından itibaren aktif görüşmelere başlanmış ve öncesi çok geriye giden bir anlaşmadır.

Hamburg Eyalet Hükümeti ve Müslüman cemaatler arasında akdolunacak anlaşma, her şeyden evvel yıllardır Almanya’da tartışması yapılan, İslami Cemaat Muhatap bulamama meselesini çözmektedir. Diğer hususları bir kenara bırakacak olursak, bu açıdan bile sembolik bir önemi vardır. Aynı şekilde, bu güne kadar karşılarında tek bir muhatap görmek isteyen Alman makamlarına karşı, DİTİB, ŞURA HAMBURG, İSLAM KÜTÜR MERKEZLERİ ve ALEVİLERLE birlikte 4  farklı yapıdaki organizasyonu, dini cemaat olarak kabul eden ve muhatap  alan Hamburg Eyaleti, bir bakıma diğer eyaletlere de örnek olmuştur. Müslümanlar, artık kendi varlıklarının ispatı ve haklarını aramak için, mahkeme kapılarını aşındırmayacaklardır.

Hamburg devlet anlaşmasının bir başka önemli özelliğide, müslüman dinî cemaatler bundan böyle – devlet tarafından hoş olmayan bir alışkanlık haline geldiği üzere– muhtelif ortamlarda ‘dernek’ olarak değil de kimliklerine uygun bir şekilde ‘Müslüman dini cemaat’ olarak kabul edilecektir. Anlaşma, aynı zamanda devletin,  müslümanların eşit birer vatandaş olduklarını ve kurumsal mevcudiyetlerini kabul ettiği bir anlaşmadır. Ayrıca müslümanların burada kalıcı olarak yerleştiklerini ve toplumun bir parçası olduklarını beyan etmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz gibi, diğer  yandan anlaşmanın göstereceği etki de bir o kadar önemlidir. Hamburg eyaleti ile imzalanacak olan bu anlaşma diğer eyaletlerin, Müslüman cemaatlerle daha ciddi ve eşit seviyede ilişkiler kurmaları noktasında bir baskı unsuru olacaktır. Bazı eyaletler, İslam din dersinin uygulamaya konulması ile ilgili olarak sundukları, yetersiz ve anayasal açıdan tartışmalı geçici çözümleri büyük bir adımmış gibi göstermeye çalışırlarken, Hamburg Eyaleti iradesini ortaya koyup önemli bir adımın nasıl atılacağını göstermiştir. Yine bir takım eyaletler Müslüman cemaatleri, potansiyel tehlikelerle mücadele ve iç güvenlik sorunları bağlamında dikkate alıp, vehimler üzerine bir söylem geliştirirlerken, Hamburg’daki son gelişmeler karşılıklı saygı ve hürmet çerçevesi içinde davranılabileceğinin güzel bir örneğini sergilemektedir. Burada Şura Hamburg bünyesinde gönüllü çalışan, her milletten genç akademisyenlerin, bu çalışmalardaki emeklerinide saygıyla anmak gerekir. Hamburg eyalet başbakanı(Belediye Başkanı) Olaf Scholz’un devlet anlaşmasını açıkladığı basın toplantısındaki mütevazilik ve önplana çıkarılan karşılıklı saygı ve höşgörü temeli ve aynı şekilde sözleşmeyede yansıtılan, müslümanların toplumun bir parçası olduğu gerçeginin ifadeside, ayrıca takdire şayandır.

Nitekim, anlaşmanın imzalancağı açıklandığı andan itibaren, başta Kuzey Ren Westfalya eyaleti olmak üzere, yıllardır müslüman hakları hususunda ayak direyen eyaletler, bunun gerekli olmadığını, müslümanların haklarının zaten yasalarla ve anayasa ile güvence altına alındığından dem vurmaya başlamışlardır.

20 yıla yaklaşan bir emek

Hamburg’taki bu gelişme, ortaya konulan anlaşma, aslında yaklaşık 20 yıllık, karşılıklı sabır ve hoşgörünün ürünü bir çalışmadır. Esasen bu anlaşma kiliselerle eşitlik anlamına da gelmiyor. Birçok noktası itibari ile büyük ölçüde bir deklarasyon karakterine sahip ve yürürlükte olan yasalara işaret ediyor. Hatta İslam din dersi meselesi bile anayasal olarak sağlam bir zemine oturtulmuş değil. Fakat, bununla birlikte Müslüman dinî cemaatler ile olan işbirliğinin eşit seviyede ve saygı çerçevesinde sürdürülmesi,  Müslümanların dinî bayramlarının tanınması, eğitim alanındaki düzenlemeler, staj imkanları, özel kuruluşlar aracılığı ile dinî danışmanlık hizmetleri, radyo ve televizyon yayınları veya defin işlemleri gibi konuların anlaşmada yer alması çok önemli ve müslümanların günlük hayattaki bir çok sorununun çözümüne ışık tutmaktadır.

Anlaşmanın hedefi ve İçeriği

Belki sıradan kuru bir hukuki anlaşma gibi görünsede, anlaşma safhasına varana kadar yaşananlar, tartışmalar anlaşmanın önemini arttırmaktadır.

Hamburg’da imzalanan devlet sözleşmesine göre, taraflar şağıdaki hususları hedeflemektedirler.

–       Müslüman Hamburg’lular, Hamburg halkının önemli bir kısmıdır. Taraflar, İslam dinin yaşanılan bir din olarak, günlük dini hayatın ayrılmaz parçası olduğu bilincindedirler.

–       İslam dini ve bu dine mensup olan vatandaşların, dinlerini serbestçe yaşaması, pluralist ve açık dünya görüşlü bir toplumun öznesidir. Taraflar bunu güçlendirme ve tasdikleme arzusundadırlar.

–       Aynı şekilde din, kültürlerin ve geleneklerin arasında aracıdır. Kıymetli katkılar sağlar. Taraflar bunun inanmışlığı içindedirler.

–       İslami cemaatlerin, şehrin (eyaletin) günlük dini, kültürel ve sosyal yaşantılarına katılmaları, bunları tanıyıp kabul etmeleri ve destek vermeleri, tarfların arzusudur.

–       Aynı şekilde taraflar, Hamburg Şehri (eyaleti) ile islami cemaatlerin karşılıklı çalışmalarının geliştirilmesi hedefini güderler.

Bu şekilde girişi yapılan sözleşmede, inanç özgürlüğü ve yasalar ve anayasa çerçevesinde garanti altına alınıyor. Diğer din mensuplarına karşı, karşılıklı saygı ve hoşgörü şartı getiriliyor. İslami cemaatler, kendi meselelerini kendi arlarında halledecekler. Devlet karışmayacak. Devlet, bütün dinlere karşı eşit mesafededir.

İslami cemaatler, federal anayasanın temel esaslarına aykırı hareket edemeyecekler ve bu temel esasları kabul edeceklerdir. (Burada hemen hatırlatmak gerekiyor. Alman anayasası  bizim bildiğimiz o basma kalıp anayasalardan biraz farklıdır. İlk maddesi; İnsanın ve insan onurunun dokunulmazlığını düzenler.)

Aşura günü de Bayram

Sözleşmede belkide en dikkat çekici olan husus, bayram günleri düzenlemesi ile ilgili hususlardır. Buna göre, Ramazan Bayramının ilk günü, Kurban Bayramının ilk günü ve Muharrem ayının 10.günü yani Aşura günü Hamburg eyaletinde İslam dini mensupları için geçerli resmi bayram statüsü kazanmıştır.

Sözleşmeye taraf olan İslami cemaatler, mevcut yasalar çerçevesinde, kendi okullarını, kültür faaliyetlerini yürütecek kurumları açabilirler. Bunların finansmanı hususunda tarflar birlikte hareket edecektir. Aynı şekilde, Hamburg eyaleti, müslümanlar için, üniversite düzeyinde bir İlahiyat ve din pedagojisi bölümünü destekleyecektir.

Sözleşmeye göre hastahane, Hapishane gibi benzeri yerlerde, müslümanlar için dini hizmetler İslami cemaatler tarafından verilecek, devlete ait televizyon ve radyo kanallarında İslami yayınlar için orantılı olarak yayınlara, dini programlara müsade edilecektir. Camilerin iç ve dış düzenlemeleri, inşaatı İslami cemaatlerin yed’inde olacak, Hamburg belediyesi bu işlerin sağlıklı bir şekilde yürümesi için, bütün dinlere eşit mesafedeki duruşunu koruyarak, elinden geleni yapacaktır.
Okullarda verilen İslam din dersleri ile ilgili hükümlere gelince, bununla ilgili hususları yukarıda açıkladık. Bu işin belkide bu noktaya gelmesinde ön ayak olan bu fiili durum aynen korunmuş, ancak bir madde ile, Federal Anayasanın ilgili maddesine atıfta bulunulmakla yetinilmiştir.

Tartışma konusu olarak kalan, bir diğer husus ise, İslami cemaatlere tanınmayan kamu tüzel kişisi statüsü. Bu hususta ise, sözleşmenin son maddesine eklenen bir notla, İslami cemaatlerin, Federal anayasanın 140. Maddesi ve buna bağlı olarak Weimar anayasasının 137. Maddesi çerçevesinde, kamu tüzel kişisi statüsü kazanma arzuları vurgulanmıştır.

Sözleşme Hamburg eyalet parlamentosu olan “Bürgerschaft”ta onaylandığında yürürlüğe girecektir. İlk etapta 10 yıl müddetle yapılan bu sözleşme, bu sürenin hitamında, tecrübeler ışığında yeniden gözden geçirilecek ve ele alınacaktır.

Son Söz

Birçok eyalet, müslüman haklarının tanınması ile ilgili olarak, bu güne kadar yarı gönüllü, önyargılarla dolu ve güvenlik sorunlarıyla sarmalanmış teşebbüslerinde başarısız olmuştur. Bu güne kadar Alman üniveristeleri tarafından, Alman bilim adamları tarafından yapılan, bütün bilirkişi incelemeleri Müslüman cemaatlerin, gerek hukukî gerekse fiilî açıdan bir dinî cemaat özelliğini taşıdığını ortaya koymuştur. Şimdi, zaten olması gereken bu durum diğer eyaletler tarafından da ciddi bir şekilde değerlendirilmeli ve Hamburg bütün Almanya’ya acilen örnek olmalıdır.

Müslüman Cemaatler açısından iş bitmemiştir. Aksine yeni başlamaktadır. Hamburg Belediye Başkanı Olaf Scholz’un da belirttiği gibi, bu anlaşma bir işbirliğinin başlangıcına işaret etmektedir, neticesine değil.

Selam ve Dua ile

Haber analiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Almanya’da Ramazan ayında Islami Gündem – Selefilerden, Sünnet kararına, Habermas’tan İslam DindersineTemmuz 2012

Türkiye’de son günlerde hararetli bir şekilde İSLAMCILIK tartışmaları yaşanırken, dünyada, Avrupa’da islam ile ilgili tartışmalar bitip tükenmek bilmiyor.

Günter Grass, Nisan ayi başında Almanya’da kamuoyunu sarsarcasına, bir şeyler söylemek gerekir derken, Almanya’nın dış ve Alman dış politikasındaki, iki yüzlülüğe dikkat çekmeye çalışmıştı.

Ancak ne olduysa, tepkilerin Günter Grass lehinde gelişmesiyle birlikte, bir anda Almanya’da ki selefilerin Kur’an-ı Kerim dağıtma projeleri medyada boy göstermeye başladı. Söylenmesi gereken şeyler bir anda unutuldu ve medya önce normal tonda, sonra dozu arttırarak ve nihayetinde bilhassa CDU/CSU partilerinden politikacılarıda tartışmanın içine çekerek, neredeyse her gün aynı dozajda haberler servis edilmeye başlandı. Neydi bu olay? Kim bu selefiler? Neyi amaçlıyorlar? Bunlar hakkında ahkam kesilmeye başlandı.

Selefiler sır oldu

13 Mayıs ta yapılan Kuzey Ren Westfalya eyaletindeki Eyalet Parlamentosu seçimlerinden sonra, bir iki küçük haberden sonra selefilerle ilgili haberler bir anda bıçak gibi kesildi. Hatta selefilerin güya önderlerinden birinin (Alman vatandaşı olmasına rağmen) gönüllü olarak Almanya’yı terk etmesiyle olaylar yatışmış, hatta bir anda bıçak gibi kesilmiş oldu. Selefiler adeta sırra kadem basmıştı.

Selefilerle ilgili tartışmaların, olayların yatışmasından sonra üç hedefi olduğu açıkça ortaya çıkmış oldu.

n  Günter Grass’ın şiirinden sonra, Nobel Ödüllü büyük bir yazarından ağzından açıkça İsrail’i eleştiren bir şiirin çıkması ve tartışmada, toplu bir agızdan yapılan medya lincine karşı, sayfanın israil aleyhine dönmesiyle gündemin değişmesi ihtiyacı.

(bkz. http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=206407 )

n  O dönemde yaklaşan Kuzey ren Westfalya eyalet seçimleri dolayısıyla, CDU ile SPD/Bündnis90 Grüne partilerinin iktidar kavgasında, kamuoyu yoklamaların CDU aleyhine gelişmesi ve selefiler gibi bir konuda kamuoyunda haberler yapılarak, seçim öncesi huzursuzluk yaratılarak, Kuzey ren Westfalya eyaletinde yabancıları ve göçmen politikalarını destekleyen SPD ve Ortağı Yeşillerin iktidar olmasının önüne geçmek.

n  Son olarak ise, o dönemlerde selefiler üzerinden haberler yapılarak müslümanlar arasında rahatsızlık yaratarak, radikal eğilimleri ve söylemleri daha rahat kontrol altına almak idi.

Selefilerle ilgili haberleri yaparak islam aleyhine kamu oyu oluşturmaya çalışanların kısmen de olsa bu hedeflerine ulaştıkları söylenebilir. Özellikle gündemin bir anda değişmesi ile, Günter Grass’ın söylediklerinin siyasi etkisi azaltılmış, müslümanlar arasında da radikal söylemlere karşı ortak bir tepki mekanizması oluşturulmuş, göçmen ve müslüman kökenli STK ların çoğu olaylara mesafeli kalmayı yeğleyerek taraf olmamaya özen göstermişlerdir. Selefi tartışmalarının kamu oyunda henüz geniş yankı bulmadığı, yerel bazda kaldığı dönemlerde, Mönchengladbach ve Solingen gibi göçmen kitlesinin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde, selefilere ait dernekler kapatılmıştır. Haziran ayı başında ise, iç işleri bakanlığınca selefilere karşı yapılan polis baskınlarında, dernekleri kapatılmış ve yasaklanmış, hükümete göre, toplumun huzurunu bozmaya yönelik eylemlerde bulunanlar gözlem altına alınmıştır.

Ancak, seçimlerle ilgili hesap tutmamış, her şeye rağmen, Kuzey Ren Westfalya eyaletinde SPD ve yeşiller ortaklığı büyük çoğunlukla iktidara gelmiştir. Bu eyaletteki aşırı sağcıların partisi olan ve seçim çalışmalarını islam ve yabancı düşmanlığı üzerine inşa eden ProNRW partisi beklentilerin aksine %0,3 gibi bir oy alarak ağır bir tokat yemişlerdir.

Bütün bu tartışmalar müddetince adeta kamu oyunu yönlendiren Springer grubu, 23 Haziran daki 60. Doğum gününü kutlama vesilesiyle gruba ait bulvar gazetesi olan BİLD gazetesini Almanya’da ki tüm 42 milyon haneye bedava dağıtarak, selefilerin 25 milyon Kur’an aksiyonuna karşı adeta nazire yapmıştır.

Sünnet olayı, sadece bir et parçasımı? Dini bir vecibemi?

Tam ortalık durulmuş, herkes sakin sakin tatil hazırlığı yaparken, Köln Asliye Ceza Mahkemesinin vermiş olduğu bir karar gündeme bomba gibi düştü. Aslında yeni olmayan, ancak karar verilene kadar kimsenin ilgisinde olmayan bir davada, itiraz mercii statüsünde olan Köln Asliye Ceza Mahkemesi  “151 Ns 169/11” dosya numarası kararıyla, Almanya’da yaşayan müslümanları tabiri caiz ise can evinden vurmuştur. Kısaca olayı izah etmek gerekirse;

Köln’de çocuğunu sünnet ettiren bir müslüman aile, kanamanın durmaması üzerine endişelenerek, çocuğunu üniversite hastahanesinde kontrole götürmesi ve bu hastahanedekilerinde durumu savcılığa iletmeleri üzerine, çocuğu sünnet eden doktor aleyhinde ceza davası açılmıştır. İlk derece mahkemesi olan Köln Sulh Hukuk mahkemesi  “528 Ds 30/11” sayılı dosyasıyla doktorun suçsuz olduğuna kanaat getirmiş, sünnetin savılığın iddia ettiği gibi bir yaralama eylemi olmadığını, çocuğun sağlığına yönelik faydalı bir müdahale olduğu gerekçesiyle beraat kararı vermiştir. Bunun üzerine olayı takip eden, daha doğrusu Sulh Ceza Mahkemesinin vermiş olduğu beraat kararını beğenmeyen Köln savcılığı karara itiraz etmiş ve önceki verilen beraat kararı, Asliye Ceza Mahkemesi tarafından “151 Ns 169/11” sayılı dosya numarası ile, değiştirilerek onanmıştır. Üst mahkeme beraat kararını onaylarken, alt derece mahkemesinin vermiş olduğu gibi, sünnetin – annenin babanın rızası olsa dahi- çocuğun yararına olmayacağını ve basit yaralama suçu kapsamına gireceğini belirtmiştir.

Kararı incelediğimizde, aslında daha önce Afrika ülkelerinde bazı ülkelerde halen uygulanan ve tüm dünyada artık bir insan hakkı ihlali olarak kabul edilen, kız çocuklarının sünneti ile erkek çocuğun sünnetinin aynı olduğu savından hareket ederek karar verildiği anlaşılıyor. Ayrıca, mahkemenin sünneti, çocuğun sağlığına faydalı bir tıbbi müdahale olarak görmemeside ayrı bir tartışma konusudur. Gerek mahkemenin gerekçeli kararında öne sürdüğü tezler, gereksede sonrasında yapılan tartışmalarda hep bu karşılaştırmalar esas alınmıştır.

İşte ne olduysa, kararın açıklanmasından sonra olmuştur. Başta Almanya Yahudi cemaati olmak üzere, göçmen ve müslüman STK lar hep bir ağızdan tepkilerini gösterdiler. Açıkça belirtmek gerekirse, bazı eyaletlerde bilhassa CDU/FDP hükümetleri tarafından öğretmenler için getirilen başörtüsü yasağında bile STK lar bu kadar ağır ve birlikte tepki vermemişlerdi.

Hıristiyanlar müslümanların sünnet edilmesine karşı

İslami cemaatin tepkilerini görmezden gelen kamu oyu, yahudi cemaatin tepkilerini ön plana çıkarmış, Tevrat’ta sünnet emrinden bahsedildiğini, islamiyette ise bunun olmadığını, sadece peygamberin sünnet geleneğine uygun olarak erkek çocukların sünnet ettirildiğini belirten haberler gazetelerin sayfalarını süslemeye başlamıştır. Hatta çok daha ileri giderek, islam ile uzaktan yakından ilgisi olmayan aileler üzerinden, “Büyüyünce oğlumuzun kendisinin karar vermesini istiyoruz”  “Toplum baskısı bu bizi sünnete zorluyor” türünden haberlerle sünnetin islami açıdan gereksizliğini ve bunun çocuk üzerinde ne kadar büyük bir travma oluşturduğu  şeklinde kamu oyu oluşturulmaya  çalışılmıştır. Hatta sünnet hususunda kamplaşma yaratacak derecede, sözde kamu oyu anketleriyle, Hıristiyan Almanların yarıya yakın bir kesiminin ( %48), müslüman çocukların sünnet edilmesine karşı olduğu gibi anlaşılmaz durumlarda yaratılmıştır.

TV lerdeki SÜNNET ile ilgili tartışma proğramlarında yahudi cemaatinin görüşleri en yetkili ağızlardan dile getirilirken, İslami kesimin tezleri konunun uzmanı olmayan kişiler üzerinden tartışma ortamlarında dile getirilmekte adeta, sünnet aslında yahudilerin hakkı, sizin hakkınız değil gibi bir izlenim yaratılmaya çalışılmaktadır.

Sünnet politik mesele

Ancak gerek müslüman STK ların, gereksede Yahudi STK ların bir araya gelerek ortak tavır takınmaları, hatta bu hususta görüş alışverişinde bulunmak üzere toplantı dahi yapmaları, siyasileride tartışmanın içine çekmiş ve nihayetinde  Alman Federal Parlamentosu tatile girmeden önce toplanarak, tüm partilerin ortak hareket ettiği ve bu hususta bir kanuni düzenlemenin yapılacağına dair bir protokolü parlamentoda kabul etmiştir. Ancak bu protokolde de yasanın ne zaman çıkacağı belirtilmemiştir. Sadece Yahudilerin ve müslümanların bu geleneklerini (Parlamento erkek çocukların sünnet edilmesini “Tradition” = Gelenek olarak kabul ediyor) yaşayabilmeleri ve yaşatabilmeleri için, bir an önce hukuki belirsizliğin giderilmesi gerektiği ifade  edilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, Köln mahkemesinin bu kararı vermesindeki belkide asıl saik olarak kabul edeceğimiz, durum olan, bazı Afrika ülkelerindeki halen uygulanan gelenek olarak, kız çocuklarının cinsel organlarına müdahalenin, Almanya’da suç sayılmasıdır. Bunun şiddetle kınandığıda parlamento tarafından kabul edilen protokolde yer almıştır.

( bkz. http://dipbt.bundestag.de/dip21/btd/17/103/1710331.pdf )

Çocuk kendisi karar versin

Ancak bilhassa islami kesim STK larını bu protokol dahi rahatlatmadı. Alman Federal Parlamentosunun Yeşiller grubunun göçmen kökenli milletvekili Mehmet Kılıç, bu protokole aleyhte oy kullanarak, bir bakıma, herkesi şaşkınlıktan ters köşeye yatırdı. Kılıç’ın bir özelliğide Yeşiller grubunun entegrasyon konularındaki sözcüsü olması. Kılıç’a göre; Almanya’da erkek çocukları dini açıdan temyiz kudreti yaşı olan 14 yaşına kadar sünnetin suç sayılmasını, o yaştan sonra sünnetin yapılıp yapılmamasına çocuğun kendisinin karar vermesi gerekmektedir. Hal böyle olunca, Kılıç’a göre yahudi-müslüman ayrımı yapılmaksızın tüm erkek çocukların 14 yaşından önce sünnet olmasının cezalandırılması, o yaştan sonrada çocuğun kendisinin karar vermesi talep ediliyor. Kılıç, parlamentonun, karar  vermek için acele etmemesini ve mutlaka yasa çıkarılırken bu hususta ayrı bir alt komisyon kurularak, konunun refleks olarak değilde, esastan derinlemesine ele alınmasını talep ediyor. Bu arada, bu görüşü savunanların azımsanmıyacak bir oranda olduğu ve tatil sonrası konu tartışılırken, kararın devletin dine müdahelesi olduğunu savunan, bütün dini örgütlerin (Müslüman ve Yahudi STK lar ve Katolik ve evangelist kiliseleri) aksine, sürekli bu görüşü savunanların ön plana çıkarılabileceği endişesinide taşıdığımızı belirtelim.

Sünnet Almanya Etik Kurulunun gündeminde

Almanya Etik Kurulu’nun ilk ve tek müslüman üyesi olan Prof.Dr.Dr.İlhan İlkılıç ise, bir kaç gün önce, Almanya’da türkçe yayınlanan bir gazeteye verdiği mülakatta, sünnet tartışmalarının Almanya’da ırkçıların işine yarayacağını ve müslümanların Almanya’ya aidiyetlik duygularını zayıflatacağını belirtti. Ayrıca, her nekadar Köln mahkemesinin verdiği karar sadece münferit olaya ilişkin bir karar ise de, sünneti günlük yaşantıda uygulayan müslümanların ve yahudilerin bir anda suçlu duruma düştüklerini de vurguladı. İlhan İlkılıç, mülakatında devamla, aynı tartışmaların başörtüsü tartışmalarında da yaşandığını, o zamanlar başörtüsünü basit bir bez parçası gibi değerlendirip tanımlayanların, bu günde sünnet olayını, küçücük bir et parçası meselesine indirip, basit bir söylem içine girdiklerini ifade etti. Ayrıca, Almanya Etik Kurulunun, 23 Ağustos 2012 de toplanarak konuyu etraflıca değerlendireceğini, bu hususta görüşlerini hükümete ileteceklerini ilave etti.

Habermas soruyor: kime göre batılı değerler?

Tartışmalar sürerken, sıradan gibi duran, ancak tartışmaya ağırlığını koyan bir eleştiride Jürgen Habermas’tan geldi. Münih’te Carl Frederich von Siemens Vakfında, politika ve din konulu konferanslar serisinde “ Liberal devlet, ne kadar din taşıyabilir (hazmedebilir) ?” başlığı altında bir sunum (bu sunumun tamamı neue Züricher Zeitung da yayınlandı) yapan, yaşayan en büyük filozaflardan biri olan Habermas, konuya hiçde alışık olmayan bir şekilde yaklaşarak, seküler devletin yapısını ve dine karşı tutumunu sorguluyordu.

Konuya, Alman SüdDeutsche Zeitung’da yayınlanan bir haberle giren Habermas, “ batılı değerler” kavramını sorguluyordu. Söz konusu gazete, 26 Haziran tarihli nüshasında “Muhammed Mursi, siyasi islamın büyük bir zafer kazanmasına yardımcı oldu – Batılı değerleri reddediyor”  başlığı ile verilen haberi Habermas, “ hangi perspektiften kastedilen batılı değerler?” şeklinde sorguluyordu. Bir kültür, özgürlük, barış, eşitlik ve Allah korkusunu, diğer bir kültüre nazaran daha farklı bir sıralamada, öncelikte değerlendirebilir. Mursi’nin katı tutumlu olup olmayacağı yada gerçekten tüm Mısır halkının, şiileri, kıptileri ve diğer laik mısır vatandaşlarının, başkanı olup olmayacağı, onun din özgürlüklerini ve diğer liberal temel değerlere bağlı temel hakları, basitçe değer yada prensip olarak ele alıp almayacağı ile ilintilidir. Baştan, aklı selim bir şekilde argümente edilen Prensipler, hassas içerikli uygulamalar gerektirir, ancak bu herkes için geçerli olan kurallardır. Baştan, tartışma yaratacak bir şekilde, diğer kültürlerin değerlerini reddetmeyi içermez, diyordu Habermas.

Habermas: Dini cemaatler toplumda hayati bir rol oynuyor

Habermas devamla; devlet erkinin sekülerleşmesinin, toplumsal sınıflarında sekülerleşmesi anlamına gelmeyeceğini ifade ediyor. Liberal kalıpların ve doğmaların genelde, dini cemaatlere serbest alanlar sağladığını, bu kalıpların ve doğmaların aynı zamanda, devlet kurumlarını ve kollektif karar alma mekanizmasını koruma altına aldığını, bununlada güçlü dini toplumların politik etkilerinin azaltıldığını belirtiyor. Dini cemaatler, dindar olan ve olmayan kesimlerin, ortak akl-ı selimi kullanılmasıyla oluşan  liberalizm karşıtı politikalara bağlı olarak, eğer toplum dışına itilmedikleri müddetçe, sivil toplum içerisinde hayati bir rol oynamaktadır. Bu hususta laikliğin verdiği cevap yetersizdir. Eğer, çok sesli, tiz, tek doğrucu fikirler, baskı altında tutulmaz ise, kürtaj, ötenazi, doğum öncesi genetik müdahaleler gibi ahlaken kompleks sorularda demokratik temellerdeki fikirlerin oluşumunda da, dini fikirlerin katkısı sağlanamaz. Dindarlara ve dini cemaatlere, dinsel argümanlarla ve ilahi bir dil kullanarak, kendilerini kamu oyunda dini olarak ifade etme imkanı tanınmalıdır. Devlet, dini cemaatlerin, dini argümanlarla ifade edilen bu fikirlerini  tartışma ortamında, herkesin anlayacağı bir şekilde, herkesin ulaşacağı şekilde tercüme etmek ve dindar olmayan kesimlere aktarmak zorundadır.

Habermas: İslam Almanya’ya aittir

Habermas’a göre, çoğunluk kültürü, üyelerini,  tek tanımlama gücünü  sadece kendinde gören, bir rehber kültürün dar kafalı tasavurrları içerisine hapsedemez. Bu açıdan, Köln asliye mahkemesi, vermiş olduğu kararı ile, müslümanların ve yahudilerin sünnet uygulamasına cevaz vermeyerek, Alman vatandaşı müslümanları da(yahudileride) görmezden gelmektedir. Eğer müslüman vatandaşınız varsa, “İslam da Almanya’ya” aittir demektedir Jürgen Habermas.

Şunu açıkça belirtmekte yarar var. Habermas’ın bu sözleri daha önce olduğu gibi, kamu oyunda öyle fazla bir etki yaratmadı. Bazı gazetelerde, Habermas’da sünnetle ilgili fikrini söyledi şeklinde, haberlerle geçiştirildi. Oysa, bu sunum içerisinde, sünnet konusundan ziyade, batı demokrasilerinde, seküler ve laik devletlerde dini cemaatlerinde yaşam hakkı olduğunu anlatmaya çalışmıştır Habermas. Ve hem modern seküler devlete, hem de dini cemaatlere, adeta bundan sonra nasıl davranmaları gerektiğinin ip uçlarınıda vermektedir.

Almanca İslam Dindersi

İslami gündem açısından, tartışılan bir diğer konuda, bu sene ilk defa Kuzey Ren Westfalya eyaletindeki okullarda okutulacak olan Almanca İslam Din Dersi konusu. Okullar açılmaya başladıkça, konu daha çok tartışılacağa benziyor. Kısaca özetlemek gerekirse, geçen yıl sonunda Kuzey Ren Westfalya eyalet parlamentosu ve hükümeti Müslüman STK lar Üstkurulu ile imzalanan protokol çerçevesinde, okullarda Almanca İslam din dersinin verilmesine onay verdi. Şimdi, okullarda Almanca İslam Din dersine karşı olanlar, bu işin aslında anayasaya aykırı olduğunu, devletin dine müdahalesi olduğunu, klasik manada laik devletin bu işlerle uğraşamayacağını vs. vs. savunuyorlar.

Bir hususu ayrıca belirtmekte yarar var. Kuzey Ren Westfalya eyaletinde, Almanca İslam din dersi müracaatının uzn yıllar önce yapılmasına ve mahkeme kararları ile engellenmesine rağmen, Alevilik dersine ondan daha önce onay verilmiş ve “alevitischer Religionsunterricht = Alevilik Din Dersi” adı altında 2012 Şubat’ından itibaren uygulamaya geçirilmiştir. Bu çerçevede, ABAF = Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu, alevilik din dersini verecek öğretmenleri yetiştirmeye yetkili ve mezun tek kuruluş olarak kabul edilmiştir.

KRM – Müslüman STK larüst kurulu  ile hükümet arasında yapılan protokol gereği, İslam din dersini verecek öğretmenleri, tamamı KRM tarafından önerilen isimlerden belirlenmiş, eyalet eğitim bakanlığınca oluşturulan 8 kişilik bir komisyon tarafından seçilecektir. İslam din dersine itirazı olanlar dersin verilip verilmemesinden ziyade, böyle bir komisyonun varlığından şikayetçiler. Bu komisyonun yapısı nedeniyle, devlet islamından söz edileceğini ve devletin bu alandan elini çekmesinin gerektiğini savunuyorlar.

Başlayacak eğitim- öğretim döneminde 130 tane ilk okulda Almanca İslam Din dersi verliceğini belirtelim ve konuyu burada bırakalım. Yukarıda Habermas’dan aktardığımız hususlara atıf yapmakla yetinelim. İnşallah en yakın zamanda, İslam din derslerini geniş bir şekilde Habermas’ın Din ve Politika yazıları ışığında değerlendirmeye çalışırız.

Der Spiegel’in Gülen haberi

2013 Almanya’da seçim yılı. Merkel zor durumda ve seçimlerde oy kaybetmesine kesin gözle bakılıyor. Parlamento, tatilden döndükten sonra sünnet yasası ile de meşgul olacak. Seçim atmosferinde, vurun abalıya misali Almanya’da yaşayan müslümanlar üzerinden propaganda yapılacağı şimdiden kesin gibi. Bunun en son örneğini, Der Spigel’in 32. Sayısında gördük: Der Pate oder Anstifter einer Bewegung = baba veya bir hareketin kurucusu başlığı ile Fethullah Gülen hakkında geniş bir haber analiz yapılmıştır. Haber-analiz de, gazeteci Ahmet Şık’ın yayınlanmamış kitabı ve Cumhuriyet gazetesinde daha önce çıkmış Gülen ile ilgili haberler referans olarak alınmıştır. Cemaatin ABD deki okullarından, Rusya’nın ve bazı Türki cumhuriyetlerin cemaat okullarına karşı tutumu ve Almanya’daki okullar adeta kabaca bir mercek altına alınarak, zihin bulandırılmaya çalışılmıştır. Buda gösteriyorki, seçimler yaklaştıkça, yukarıda izah ettiğimiz üzere, Kuzey Ren Westfalya seçimleri öncesinde olduğu gibi,  her açıdan islama ve müslümanlara saldırılacaktır.

Sünnet tartışmasında ise, parlamentonun tutumu ne olursa olsun, devlet, müslüman vatandaşlarının hislerine tercüman olmadığı müddetçe, Alman kamu oyunda tartışma sürüp devam edecektir.

Selam ve Dua ile,

Sağlıcakla kalın.

Haber analiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Günter Grass artık susmayacağını söylüyor.

Günter Grass artık susmayacağını söylüyor.

Neden susuyorum ki, yeterince sustum zaten,-

Bu cümlelerle başlıyordu, Günter Grass 4 Nisan 2012 de  Alman -Süddeutsche Zeitung- gazetesindeki şiirine. O gün, anılan gezetenin online sayfalarından bu şiiri “Was gesagt werden muss = söylenmesi gerekenler” okuduğumda, aynı minvalde çıkış yapıpta, sonunu getiremeyen ve müthiş bir medya linci karşısında geri adım atıp, söylediklerini te’vil edip ve hatta yalanlayan politacılar, entellektueller aklıma geldi.  Grass’dan önceki çıkış yapanlar, sonradan attıkları geri adımlardan dolayı, tarihin sayfalarında dipnot bile olamadılar.

Günter Grass’ın şiiri, Süddeutsche’de ve La Republica’ da yayınlandıktan sonra, tepkiler gecikmedi. Bir anda, günün konusu ve hatta son iki haftanın konusu haline geliverdi Grass ve şiiri. Şiiri ilk okuduğumda, bende bıraktığı izlenim; karşımda duran, kendisiyle ve yaşadığı dönemin şartları ile hesaplaşmaya çalışan ve bu hesaplaşmayı, korkunç sonuçları önlemek amacıyla bu güne aktarmaya uğraşan ve başta Almanlar olmak üzere insanları, dünya barışı için akıllarını başlarına almaya öğütleyen yaşlı ve bilge bir adamdan başkası değildi.

Şiirin yayınlanmasından hemen sonra, Alman Medyası,  sanki ağız birliği etmişçesine her cepheden Günter Grass’a saldırmaya başladı. Grass’ın söylediklerinden ziyade, geçmişi irdelenip gün yüzüne çıkarılmaya başlandı. Nazi ve SS dönemlerindeki faaliyetleri ve hatta 2.Dünya savaşında, Hitler’in (Alman) ordusunda savaştığı dahi yazıldı!!?? Öyle ya, Günter Grass, o dönemde, bir Alman olarak, Alman ordusu yerine, başka bir orduda savaşmalıydı. O’nun geçmişinden hareketle, çoğu köşe yazarı ve basın mensubu, belki şiiri dahi okumadan NAZİ ve ANTİ-SEMİT yaftasını yapıştırıvermişlerdi bir anda Grass’a.

Medya linci başlıyor

Alman medyasının bu tutumu, aslında hiç yabancı gelmedi bana. Bilhassa, eski Cumhurbaşkanları Horst Köhler ve Christian Wulff’un istafalarındaki oynadıkları rol ve Grass’dan önceki İsrail’i eleştirenlerin, medya sayesinde vardıkları akıbeti görünce, Grass’a söylediklerinden dolayı, medya yoluyla yapılan baskıyı ve eleştiriyi Almanya şartları dahilinde, gayet normal karşılamak gerekiyor.

Möllemann ve Karslı olayı

Şimdi bu iki ismin Günter Grass’la ne ilgisi var diyebilirsiniz. Ancak,yakın geçmişte, yaptıkları açıklamalardan dolayı, anti-semit suçlamasıyla karşı karşıya kalan iki politikacıyı, yeri gelmişken burada hatırlatmakta yarar görüyorum. Ki bu, Almanların bu olaya bakışının ne kadar fanatik ve korku dolu olduğunu gözler önüne seriyor. Alman kamu oyunda, son 10 yıl içinde İsrail’e ve İsrail’in orta doğuda uyguladıkları politikaları haklı olarak eleştiren ve bunun sonucu medya ve politik lince maruz kalıp, sahneden çekilmeye zorlananlardan ilki Jürgen Mölleman isimli FDP’li Liberal politikacı.Diğeride Suriye asıllı Yeşşillerden Cemal Karslı dır. Her ikiside Kuzey Ren Westfalya –KRW eyalet parlamentosu üyesidir.

Cemal Karslı, 2002 yılında kontrolden çıkan İsrail-Filistin çatışmalarında, İsrail’in uygulamalarını “Nazi Metodları” olarak tanımladığı için, yine başta kendi parti arkadaşlarından, Yeşillerden olmak üzere, tüm kamu oyundan tepki görmüştür. Öncesinde ise, Liberal Politikacı Mölleman, Filistinli İntihar komandolarını anlayışla karşıladığını ve desteklediğini açıklamıştır. Birbirini takip eden bu açıklamalardan sonra, Camal Karslı Yeşilller’in palamento grubundan istifa eder ve kendisiyle ortak fikirlerinin olduğunu düşündüğü FDP ye geçer. Ancak gerek parti içinden, gereksede parti harici gelen baskılara dayanamayarak, Mölleman’ın da siyasi kariyerini tehlikeye atmamak amacıyla, FDP den ayrılır. O dönemdeki hem Karslı, hemde Mölleman üzerindeki medya baskısını hiç hatırlatmaya gerek yok sanırım. Karslı, FDP den ayrıldıktan sonra yaşadıklarını “Der Fall Karsli: eine Antisemitismusdebatte, 2003, ISBN 3-89738-306-3” = Bir Antisemitizm tartışması – Karslı olayı adı altında kitaplaştırır.

Mölleman ise, FDP’nin KRW genel başkanı olarak pozisyonu korur. Ancak bu sefer 2002 de ki, genel seçimlerde, kendi imzasıyla bastırdığı ve dönemin İsrail başbakanı A.Şaron ve Almanya Merkez Yahudiler Birliği Genel Başkan yardımcısı M.Friedmann’ı kanlı katil şekilnde resmeden broşürler dağıtır. Federal Parlamentoya seçilmesine rağmen, seçim sırasındaki bu aksiyonundan ötürü FDP den istifa eder. Ki Mölleman, ünlü Alman Dış işleri Bakanı, Hans Dietrich Genscher’in himayesinde yetişmiş sağlam bir Liberaldir. Gerisi çorap söküğü gibidir. Bir anda hakkında Parti paralarını usulsüz kullandığı gerekçesiyle soruşturma açılır. Bütün mal varlığına el konur ve J.Mölleman 5 Haziran 2003 de paraşütle atlarken, paraşütü açılmaz ve yere çakılarak hayatını kaybeder. 2007 ye kadar kadar süren savcılık incelemelerinde, olayın kazamı yoksa intiharmı olduğu yönünde, kesin bir neticeye ulaşılmaz ve dosya kapatılır. Mirası üzerinde de, iflas davası açılır ve ailesine tek kuruş bırakılmaz

Ebedi Anti-Semit:Günter Grass

Konumuza tekrar dönecek olursak, yazdığı şiir sonrası, Günter Grass’a karşı daha şiddetli ve daha safların sıkı tutulduğu bir kampanya yürütüleceği kesindi. Nitekimde öyle oldu. Aynı günden itibaren koro halinde Alman medyasında, Günter Grass’ın anti-semit (yahudi düşmanı) olduğu yönündeki haberler birbiri ardına sıralanmaya başladı.

İsterseniz söylenenlere, Alman literatüründe gün yüzü görmemiş laflara şöyle bir göz atalım: Alman Literatur eleştirmeni, Marcel Reich-Ranicki, Grass’ın şiirini ve kullandığı sözleri, bir alçaklık olarak tarif etti ve şiiride iğrenç bir şiir olarak niteledi. (http://www.sueddeutsche.de/politik/reich-ranicki-greift-guenter-grass-an-ein-ekelhaftes-gedicht-1.1327842) Bununla yetinmeyen Reich-Ranicki, Iran tehlikesinin, Grass’ın şiiri sebebiyle hafife alındığını ve bir tehlike olarak görülmesinin önüne geçildiğini söyledi.

Spiegel Online’da A.Frank imzasıyla yayınlanan bir yazıda, yakında 85 yaşına girecek olan Günter Grass’ın bir daha böyle şiirler yazmaması için elinden kaleminin alınması gerektiğini ifade etti. (http://www.spiegel.de/kultur/literatur/0,1518,826153,00.html)

Politikacılardan da nasibini aldı Grass. Alman Dış İşleri Bakanı Westerwelle, Grass’ın şiirini anlamsız ve yersiz bulduğunu ifade ederken, SPD’den Dış İlişkiler sözcüsü Mützenich, edebi kişiliğe bir diyeceği olmadığını, ancak Grass’ın politik olarak tam bir Salak (Trottel) olduğunu ifade etti. ( http://www.sueddeutsche.de/politik/israel-grass-und-das-einreiseverbot-politisch-halte-ich-ihn-fuer-einen-trottel-1.1328534 ) Bu ifadeye FDP’de yine Dış ilişkiler sözcüsü Steiner’de destek verdi.
Politik olarak belkide en beklenmedik eleştiri, Die Linke (Sol) Partinin geçtiğimiz ay Cumhurbaşkanı adayı olan, Nazi avcısı, B.Klarsfeld’den geldi. Klarsfeld, Gras’ın şiirinin anti-semit bir müzik parçası gibi olduğunu ve bu haliyle Grass’ın hitlerin yolundan gittiğini ifade etti.

Henryk M.Broder, Welt online da, Grass’ın hep çılgınlığa yakın olduğunu, ancak şimdi tamamen artık yoldan çıktığını ifade ederek, Grass’ı kafası yerinde olmayan bir şair olarak niteledi.

Alman Merkez Yahudiler Birliği Cemaati başkanı Graumann ise, Grass’ın böyle bir şiirle kendini ifade etmesini doğru bulmadığını, bu yolla İsrail’in şeytanlaştırldığını belirtti.

Arada söylenen daha hafif  ifadelere, Almanya’daki basın özgürlüğünün geldiği son noktayıda dikkate aldığımızda, aktarmaya gerek görmüyorum. Ancak bir yazı varki, bunu ele almadan edemeyeceğim.

Almanya’da yaşayan Türk toplumundan veya islami cemaatlerden, bu olayla ilgili, olumlu yada olumsuz  hiç bir tepki ve reaksiyonun gelmemesi ise düşündürücüdür.

Teneke Trampet mi? İKEA Dolabı mı?

Günter Grass’ın şiirinin SZ in online sayfalarında yayınlanmasından 4 saat sonra, Frankfurter Allgemeine gazetesinin kültür sayfalarında aynı zamanda gaztenin imtiyaz sahiplerinden, F.Schirrmacher imzalı bir yazı yayınlandı. Yazıda Grass’ın şiirinin nasıl okunması gerektiği ile ilgili bir tavsiye ile başlıyordu. “Grass’ın şiirleri önce bakarak okunmalı, sonrada bir tornavida ile tekrar okunmalı” diyordu yazıda. “Aynı ikea dolapları gibi. Kağıt üzerinde sözlerin hepsi basit  görünür ama, çözmeye uğraştığınızda, tekrar bir araya getiremezsiniz”  Böyle deniyordu, FAZ online sayfalarında şiir ile ilgili. Schırrmacher’in, Grass meşhur kitabı Teneke trampeti yayınladığında, daha yeni dünyaya geldiğini belirtmeme gerek yok sanırım.

Birde tabi şiirdeki geçen kelimelerle, siyasi olayların bağlantısını kuruyor, Günter Grass’a kuyruk acısından dolayı intikam hissi ile hareket ettiğini söylemeye çekinmiyordu yazıda. (bkz. http://www.faz.net/aktuell/feuilleton/debatten/das-israel-gedicht-von-grass/eine-erlaeuterung-was-grass-uns-sagen-will-11708120.html)

Bu arada hatırlatmakta yarar var. Günter Grass 2006’da yayınlanan “beim Haeuten des Zwiebels” = soğan kabukları arasında” adındaki otobiografisiyle ilgili ilk mülakatı FAZ de yayınlandı ve bu mülakatta ilk defa Grass nazilerin gençlik grubu olan Waffen – SS üyesi olduğunu ve savaşın sonuna doğru uçaksavar bataryasında asker olarak silah altına alındığını kendiliğinden açıklamıştı. (bkz.http://www.faz.net/aktuell/feuilleton/buecher/guenter-grass-im-interview-warum-ich-nach-sechzig-jahren-mein-schweigen-breche-1357691.html)  Emin olun, o günde, en az bu günkü şiir de topladığı kadar tepki toplamıştı. Bu durumunu, o dönemde yaşayıpta böyle bir organizasyonda olmayan varmı? diye kamu oyuna sormuş ve böylece aynayı birkez daha Alman toplumunun yüzüne tutmuştu. Akabinde, Papa 16.Benedikt (Kardinal Ratzinger)’in de, Nazi döneminde  bu organizasyona üye olduğu ortaya çıkmıştı.

Söz Savunmanın

Grass şiirinin böyle bir tepki toplamasından sonra, 5 nisan 2012 de Alman devlet televizyonu NDR ‘e verdiği röportajda, kendisini eleştirenlerin şiirini dahi okumadan eleştirdiklerini, eskimiş kalıplara göre hareket edildiğini, demokratik ve özgür bir ülkede, basın özgürlüğünün olduğu bir ülkede, belirli alanlarda bir fikri koalisyon dahilinde hareket edildiğinden şikayet ediyordu. Hatta, Springer grubundan bir gazetenin(die Welt) kendisini “der ewige Antisemit = ebedi yahudi düşmanı” ilan etmesinin, onur kırıcı olduğunu ifade ediyordu Günter Grass. Hatırlatmakta yine yarar görüyorum; G.Grass ve arkadaşlarının  kurmuş oldukları 47 ler grubu ile, 1967 yılından beri Springer basın medya grubunu boykot etmektedirler. Gerekçeleri ise çok ilginç: Gruba dahil olanların endişesi, Springer Medya grubunun Pazar gücü sayesinde, basın ve fikir hürriyetini sınırlandırdıklarını ve Almanya’nın demokratik parlamenter  esaslarının tehlikeye atıldığıdır. Bu gerekçe ile yıllarca Springer grubunun medya organlarını boykot etmişler, 2006 da, Springer grubunun genel başkanının bu boykotu kaldırmak için Grass ile yapılan görüşmelerinden sonuç alınamamış, Grass Springer grubunu boykota devam etmiştir.

Grass, ilk kitabı olan Teneke Trampet’ten, soğan kabukları arasında kitabına kadar pek çok eleştirilere hedef olduğunu, ancak bu seferki tepkilerin, eşi benzeri olmaz bir şekilde kendisini yaraladığını ifade etti.

Konuşulduğu müddetçe, silaha davranılmayacak

Grass, mülakatında devamla, şiirinde İsrail’in, ağzı laf yapan kabadayıların boyunduruğu altındaki İran’a saldırmasının, sonuçlarının tahmin dahi edilemeyeceğini, bunun neticesinde hem bölgenin, hemde dünyanın etkileneceğini söylemeye çalıştığını ifade etti. İsrail’li yetkilelerin, İran’a saldırı olursa bunun minumum bir can kaybıyla kapatılacağını izah etmesinin hayal ürünü olduğunu, böyle bir şeyin mümkğn olmadığını izaha çalıştı. İki ülke ve bölge ülkeleri arasında yapılacak barış görüşmelerinin, savaşın önüne geçeçeğini, barıştan konuşulduğu müddetçe, silahlara davranılmayacağını ifade etti.

İsrail gittikçe izole oluyor

Şiirinde ifade etmemesine rağmen, İsrail’in Filistinlilere yaptıkları, BM kararlarının aksine bölgede yeni yerleşim bölgelerini açması, atom silahı gücüne sahip olmasının yanı sıra, aynı zamanda işgalci bir ülke olduğunu ifade eden, Grass, bu haliyle İsrail’in gittikçe dünyadan izole olduğunu ve bununla kendi varlığını ve vatandaşlarının varlığını tehlikeye düşürdüğünü ifade etti. İsrail’in komşularıyla ve bölge ülkeleriyle ilişkilerini düzeltmesi gerektiğini ifade etti mülakatında.

Grass röportajda devamla, İran’ın nükleer santrale ve nukleer tekniğe sahip olmasının, atom bombasına sahip olması anlamına gelmeyeceğini, İsrail’in bu nükleer tesisleri bombalamasının bile, bölge için sonuçları tahmin edilemeyecek zararlar ortaya çıkaracağını, şiiriyle anlatmaya çalıştığını ifade etti.

Almanya’nın İsrail’e 6.nukleer denizaltı satmasını ise, haince bir eski hale getirme tazminatı olduğunu, bu deniz altının, İsrail ile Almanya arasındaki 1952 imzalanan Yahudi zararlarının tazminine ilişkin anlaşmaya binaen, en az üçte birinin Alman bütçesinden karşılanacağını, bunu kabul edemediğini, bu deniz altıdan atılacak bir raketle, Iran’da insanların ölebileceği endişesini şiirde ifade ettiğini belirtti. Önceki denizaltıların, Iran’da atom bombası olabileceği söylentisinden çok önceleri İsrail’e satıldığını, 6.deniz altının ise şimdi İsrail’in güvenliğini sağlama gibi, iki yüzlü bir politika ile  verildiğini ifade etti Grass.

İsrail zaten bölgede askeri anlamda en güçlü ülke. Bunu kabul etmek gerek. İsrail zaten gerektiğinde kendini savunuyor. 6 Gün savaşıda bunun örneği. İsrail’in bu güne kadar söylemediği, ama bilinen bir gerçeğin ise, bölgede bir atom gücü olduğunu, uluslararası kurumların İsrail’i de denetlemeleri gerektiğinide vurgulayan Grass, ancak o zaman iki ülke arasındaki ilişkide adil bir yaklaşımdan söz edilebileceğini beilirtti.

İki yüzlü politikaları kabul edemiyorum

Mülakatın devamında, Grass, batının yıllarca şah döneminde sırf komunizm karşıtı olsun diye, Iran’a destek verdiğini, her iki taraftan 1 milyondan fazla insanın öldüğü Iran-Irak savaşında, Irak’a verilen silahların ilk sırada ABD , Fransa ve Almanya’dan geldiğini, sırf komunizm karşıtı diye diktatörlerin desteklendiğini, batının bu iki yüzlülüğüne dikkat çekmek için şiiri yazdığını belirtti.

Almanya’nın 2. Dünya savaşında yahudilere yaptığı zulmün aslında eşi benzeri olmadığını, bunu eski haline getirmenin zaten mümkün olmadığını, artık orada bu işi yapanlarla birlikte kalması gerektiğini mülakatında belirtti Grass. Bilhassa, bu işten sorumlu olmayan yeni yetişen nesillerin bile, bu zulmün varlığını kabul etmelerinden itibaren, onlarında bu zulumden sorumlu tutulduklarını, bunun adil olmadığını ve bunun artık eski hale getirme (Wiedergutmachung) ile alakası olmadığını ifade etti.

Şiiri bütün bu yaşananlardan sonra, tekrar aynı şekliyle yazabileceğini, şimdiye kadar kimseden lafını esirgemediğini, bundan sonrada lafını esirgemeyeceğini ifade etti. Anti-Semit iddalarını geri çeviren Grass, ortaya koyduğu eserlerde bunun görülebileceğini ifade etti.

2012 Paskalya Yortusu Sembolü: Günter Grass

Bütün bunlar yaşanırken, hepimizin bildiği gibi İsrail, daha önce aralarında yahudi entellektuellerinde bulunduğu bir çok kişiye yaptığı gibi, Günter Grass’ı istenmeyen adam ilan edip, İsrail’e girişine yasak getirdi. İşte ne olduysa bu yasağın getirilmesinden sonra, bu yasağı anlamsız bulup, İsrail’i eleştirenlerin sayısı batı dünyasında ve Alman kamu oyunda arttı. Günter Grass’ın bu yasağı, eski Doğu Alman Stasi yöntemlerine benzetmesi ise oldukça ilginç idi.

Çok daha ilginç olan ise, Hristiyan dünyasında geleneksel olan, paskalya yürüyüşlerinde bu sene Günter Grass’ın ve şiirinin damga vurmuş olması idi. Paskalya yortusu yürüyüşlerinde, dünya barışı için hareket eden aktivistler, bolca Günter Grass’ın şiirine atıfta bulundular.

Bütün bu tartışmalar yaşanırken, entellektuel kesimden ciddi destekleyenler oldu.

Grass’ın şiiri bir vijdan patlaması

Yukarıda da belirttik. Şiir yeterince sustum serzenişiyle başlıyor. Gerek şiirinde, gereksede bu olaydan sonra verdiği röportajlarda, Günter Grass, bir vijdani rahatsızlık yaşadığını, şimdiye kadar, kendisine Anti-Semit suçlamaları yapılacağı endişesiyle sustuğunu, ama bu eşiği aştığını susmayacağını defalarca ifade etti.

Nitekim, son birkaç gündür, batı dünyasında, şimdiye kadar olmamış boyutta bir entellektüel tartışma bugün yaşanıyorsa, bu sözü Grass’ın söylemesi yüzündendir. Grass, batı dünyasında israil’i eleştiren ve bundan dolayı Anti-Semit suçlamasına maruz kalan ne ilk ne de son kişi.

Ama bu defa, Grass’ın şiirinin gücünün, onların kulaklarına tıkadığı tıpaları kısmen de olsa yerinden oynattığı ve onlara kendi dünyalarının içinden birisinin güçlü bir itirazını duymanın şaşkınlığını yaşattığını söylemek mümkündür.

Günter Grass’ın 1962 den beri Willi Brandt’la çıktığı SPD deki politik yolculuğun sonucu ise bu yaşananlardan sonra merak konusu. Şimdiye kadar, neredeyse SPD nin tüm seçim çalışmalarına katılan, açıkça destek veren Günter Grass’a, Sosyal demokrat saflardanda hatırı sayılır itirazlar gelmişti.

Bütün bu tartışmalarda belkide en önemli ifade, Nazi Almanyasının, yahudilere yapmış olduğu zulmün sorumluluğunun, nesillere aktarılmasını doğru bulmaması ve buna itiraz etmesidir. Ve bu zulmün sadece yahudilere karşı işlenmediğini, Rus esirlere, Romanlara ve Nazi rejimine itiraz eden herkesimden, milyonlara karşıda işlendiğini tekrar hatırlatmış olmasıdır.

Ve çok daha önemlisi, batı demokrasisinde söz sahibi olan Almanya gibi bir ülkede, Medya’nın ağız birliği edercesine, belirli klişelerle, reflekslerle hareket eder hale gelmesidir. Bunun örneği, Köhler ve Wulff olaylarında farklı şekilde görüldü. Aynı linç kampanyasının Mölleman olayında ne sonuçlar doğurabileceği görüldü.

Asıl tehlike budur. İşte buna karşıda susmamak gerekir.

Muhterem Dilbirligi / Almanya

Haber analiz içinde yayınlandı | 1 Yorum

Rau’dan Gauck’a Alman Cumhurbaşkanları

Rau’dan Gauck’a Alman Cumhurbaşkanları

Wulff skandalına farklı bir bakış

Was für eine schöner Sonntag=Ne güzel bir Pazar günü diye başlamıştı, sözlerine Almanya’nın 11. Cumhurbaşkanı seçilen Joachim Gauck. Salondaki herkes bu sözleri büyük bir coşku ile alkışla karşılamışlardı. Bundan 3 hafta önce 18 Mart 2012 de. Büyük bir tesadüf olsa gerek, 22 yıl önce aynı gün, Doğu Almanya tarihindeki ilk ve tek serbest seçimler yapılmıştı. Bu seçimlerden sonra, İki Almanya’nın birleşmesini gerçekleştirecek olan Lothar de Meziere hükümeti kurulmuş ve bu hükümetinde sözcüsü Angela Merkel olmuştu. Doğu Almanlar açısından bakacak olursak, özgür ve demokratik seçimlerin yapılmasından 22 yıl sonra, eski Doğu Almanyalı bir başbakan olan Angela Merkel’den sonra, bir Doğu Alman kökenli politikacı-din adamı Almanya Cumhurbaşkanı seçiliyordu.

Tek katolik cumhurbaşkanı Wulff

Bu tarihe gelene kadar, seçilen Alman Cumhurbaşkanlarına bakacak olursak ilginç tespitler ortaya çıkıyor.Savaş sonrası Almanya’sında ilk Cumhurbaşkanı Theodor Heuss 1949 yılında seçiliyor. Theodor Heuss, Alman Liberal Partisi FDP’den. FDP, Heuss’dan sonra Walter Scheel ile ikinci Cumhurbaşkanlarını seçtirirlerken, 2000 yılına kadar, diğer tüm Cumhurbaşkanları H.Lübke, G.Heinemann, K.Carstens, R.Weizsaecker, R.Herzog CDU saflarından seçiliyordu. Arada bir 5 yıl Johannes Rau düzeni bozuyor, ancak sonra tekrar CDU’dan Horst Köhler ve Christian Wulff seçiliyorlardı. Almanya’nın savaş sonrası tarihinde 2000 yılında C.Başkanlığı görevine seçilen J.Rau haricinde Sosyal Demokrat SPD kökenli cumhurbaşkanı yok. 1949’dan 2000 yılına kadar 51 yıllık Almanya tarihinde sadece 1 cumhurbaşkanı SPD ‘den, oda J.Rau.

Ve en dikkat çekici konu ise, Christian Wulff’a gelene kadar, bütün seçilen cumhurbaşkanlarının dini mezheb görüşlerinin Protestan olması. Bir tek içlerinde Christian Wulff, savaş sonrası Almanya tarihindeki, şu ana kadarki ilk ve tek katolik cumhurbaşkanıdır. 18 Mart tarihinde seçilen J.Gauck’da Protestan’dır.

Almanya’daki cumhurbaşkanlığı makamı, sadece bir temsil makamı. Birde, yasaların ve üst düzey atamaların onay mercii. Ancak, üst düzey atamalar bizdekinden az. Bir kişi en fazla 2 dönem bu makama seçilebiliyor.

Cami Ziyaret eden ilk Alman Cumhurbaşkanı RAU

Alman cumhurbaşkanlığı makamı, genel olarak temsil yetkisi ile donatılmışsa da, J.Rau ile birlikte, makam, ağırlığını, toplayıcılığını, Alman toplumundaki sempatisini arttırmaya başlıyor.Bilhassa, Rau’nun renkli ve yoğun siyasi geçmişi, Alman C.Başkanlığı makamına, hiç beklenmedik pozitif bir etki ve sempati sağlıyordu. Özellikle entegrasyon ve yabancılarla ilgili faaliyetlere yapmış olduğu katkılar, verdiği desteklerle bir anda ön plana çıktı Rau. “Ben sadece Almanların cumhurbaşkanı değil, Almanya’da yaşayan herkesin cumhurbaşkanıyım” sözü halen Almanya’da bir ilk olarak bahsedilir ve yankısı bu günlere kadar gelen bir sözdür.

J.Rau savaş sonrası Almanya tarihinde, ilk defa bir camiyi ziyaret eden bir cumhurbaşkanı olmuştur. J.Rau, Marl’da 17.12.2001 tarihinde bir öğle namazı vaktinde Fatih Camii’ni ziyaret etmiştir.

Alman cumhurbaşkanlığı tarihinde, J.Rau belkide ilklerin cumhurbaşkanıdır. SPD’li, ilk cumhurbaşkanı, ilk defa bir cami ziyaretinde bulunan cumhurbaşkanlığından sonra, yine savaş sonrası Almanya tarihinde, Knesset’de konuşma yapan ilk Alman cumhurbaşkanıdır.

Bu arada J.Rau’nun eyalet başbakanlığı dönemine denk gelen ve şimdiki C.Wulff ile ilgili basına yansıyan skandaldan daha ağır olan bir skandal, geçirmiş olmasına rağmen, gerek dönemin başbakanı Schröder’in desteği, gereksede basının olayın üzerine fazla gitmemesi ile, skandal Kuzey Ren Westfalya eyaletinin maliye bakanının istifası ile kapatılmıştır. Neydi skandal; hafızamzı tazeleyelim: Kuzey Ren Westfalya eyalet devlet bankası olan, West LB bankası, SPD ve CDU’lu üst düzey politikacıların yapmış oldukları özel uçak seyahatlerini, yüksek fatura bedelleri ile banka kasasından ödemiş ve hatta bu uçuşlardan bazılarında hayat kadınlarıda, hostes gibi gösterilerek seyahat ettirilmişti. J.Rau’nun eyalet başbakanlığı dönemindeki bu uçak seyahatleri için, aynı Christian Wulff’un yaptığı gibi avukatları aracılığı ile söz konusu uçuşları deklare etmiş ve bunların özel uçuş olmadığını, görev nedeniyle olduğunu söylemiştir. Bu açıklamalardan sonra, J.RAU bir çok             defa açıklamalarını değiştirmek zorunda kalmış, ancak skandal, yukarıda belirttiğimiz şekilde kapatılmıştır.

Bir çok yerde gündeme ilişkiler konuşmalar yapan Rau’nun pek bilinmeyen, ancak benim için en önemli sözlerinden birisi, Kasım 2003’de esnaflar odasının bir toplantısında söylediği; “İhracaatta Amerika’nın önünde 1 numara olduk. Ancak halen, sanki Bulgaristan’ın arkasından gelen bir ülke gibi konuşuyoruz ve böyle bir yaşam hissi geliştiriyoruz Almanya’da” sözleridir. Bu sözleriyle 21. yy başındaki Almanya’nın toplumsal problemlere bakışına bir nebzede olsun dikkat çekmek ister gibi idi J.Rau.

Gerçeklere vurgu yapan Horst Köhler

Rau’dan sonra cumhurbaşkanı seçilen eski IMF başkanı, ekonomist, Horst köhler ise, hem kariyeri hem renkli kişiliği ile, Alman cumhurbaşkanlığı makamında, Başbakan Merkel’in, bizdeki “Çankaya Noterliği” beklentilerinin aksine, hem iç, hemde dış politikaya sözlü müdahalelerle, ağırlığnı hissetiriyordu.

Büyük çekişme içinde geçen ilk 5 yıllık görev dönemine rağmen, Horst Köhler, uygun alternatif bulunamadığı için tekrar ady gösterilmiş ve seçilmişti. Mayıs 2010 da, Afganistan ziyareti dönüşü, Almanya Radyosu’na verdiği bir röportaj, zaten Köhler’i seçtiğinden pişman olanların elini dahada güçlendirmiş ve Horst Köhler’in sonunu hazırlamıştı.

Neydi bu sözler hatırlayalım: Genel hatlarıyla, H.Köhler radyo söyleşisinde, batının ve Almanya’nın NATO çerçevesindeki Afganistan’da bulunmasını yerinde bulurken, bu durumun Almanya’nın ticari çıkarları doğrultusunda olduğunu, bununda toplumun genelinde kabul gördüğünü ve Almanya’nın gerektiğinde dış ticari menfaatlerini koruma maksadıyla, son çare olarak bu tür asker bulundurmaların normal olduğunu belirtmişti.

İlk başta masumane görünen bu röportajdan sonra, bir anda gündem oluşturuldu. Her yönden, ilk başta H.Köhler’in şahsına yönelik, sonrasında makamıda içine alan tartısşmalar yaşandı. Anayasayı ihlalden bahsedenler dahi oldu. Alman Dış bakanı Westerwelle ve başbakan Merkel, H.Köhler ile yaptıkları görüşmede, söylediklerinin yanlış anlaşıldığı yönünde baskı yaparak, sözlerini yalanlamasını dahi istediler. Bunu üzerine, hiç beklenmedik anda Horst Köhler bir basın toplantısı düzenleyerek, zehir zemberek bir açıklamayla görevi bıraktığını açıklamıştı.

Bu açıklamada Almanya tarihinde, bir cumhurbaşkanının ilk defa görevden çekilmesini ifade ediyordu. Ama giderkende, belki farkında olmadan Batı’nın Afganistan gayelerine açıklık getirmişti.

Aşağı Saksonya’dan Berlin’e

Horst Köhler yerine, Merkel’in adayı olan C.Wulff, siyaseten belkide Merkel’in Berlin hükümetinde yer alması gereken bir isimdi. Hatta, açık açık bu isteğini başbakan Merkel’e iletmiş, bir reaksiyon görmeyince, röportajlarda ağır ifadeler kullanarak rahatsızlığını belli etmişti. Ancak, Horst Köhler’in istifası ile boşalan koltuğa, adaylar arasında bir anda Christian Wulff’un adı dahil olmuş, bir anda en şanslı aday konumuna gelmişti.

C.Wulff’un adaylığı ile ilgili belki en kayda değer konu, daha Horst Köhler istifa etmeden, Alman Bild gazetesi, Nisan 2010’ da “C.Wulff cumhurbaşkanı mı olacak?” sorusunu manşete taşımıştı.**

Baştan itibaren, C.Wulff’un adaylığına destek verenler olduğu gibi, CDU ve FDP saflarından azımsanmayacak bir çoğunlukta, Wulff’un cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkıyorlardı. Nihayetinde bu seçimde de kendini gösterdi ve CDU ve FDP salt çoğunluğu ellerinde bulundurmalarına rağmen, Wulff ancak 3. Turda seçilebildi. İktidar partisi saflarından çekimser kalanlar ve diğer adaylara oy verenler olmuştu.

İslam Almanya’ya aittir

C.Wulff’un seçilmesi sıkıntılı olsada, göreve başladıktan sonra kısa sürede yeni görevinde ses getirmeye başladı. Başlarda dudak bükenler bile, kısasüre sonra Wulff’ sempati göstermeye başladılar. İki Almanya’nın birleşmesi törenlerinin yıl dönümünde, “ Hristiyanlık ve yahudilik tarihi seyri içinde şüphesiz Almanya’ya aittirler. Ancak artık, İslam’da Almanya’ya aittir’ sözlerini söylediğinde yer yerinden oynadı. Bir sonraki Goethe’den alıntı yaptığı, söylediklerine dayanak olan, “Doğu ve Batı artık birirlerinden ayrıştırılamaz” sözünü kimse duymamıştı bile.

Cumhurbaşkanlığı süresince, entegrasyon ve yabancılar politikasına destek veren Wulff’un bu özelliği aslında, Aşağı Saksonya’ da eyalet başbakanı olduğu dönemde başlar. Onca baskıya rağmen, hükümeti döneminde öğretmenlere yönelik başörtüsü yasağı ile ilgili yasanın çıkmasına izin vermemiştir. Tüm islami cemaatler ile işbirliğine giderek, karşılıklı dialog ve hoşgörü çalışmalarına ağırlık vermiştir. Yani geçmişten beri, entegrasyona ve dialoga önem veren bir yapıdadır. Son örneğini de, gcumhurbaşkanlığına seçilmeden evvel, gider ayak atadığı, Türk kökenli Aşağı Saksonya eyalet aile bakanı, A.Özkan’dır.

C.Wullff ile ilgili olarak verilecek en güzel örneklerden biride, 2011 yılı Ramazan Bayramı dolayısıyla yayınlamış olduğu mesajdır. Bu güne kadar, bu kadar içten bir mesajı, hiç bir Alman politikacı açıktan yayınlamamıştır. (http://islam.de/18891 )

Gerçekten Skandal mı? 

Almanya, 2011 sonbaharında, aşırı sağcı teröre kurban giden Türkleri konuşurken, 13 Aralık 2011’de Bild gazetesinin başlığı ile uyandı. Bir anda herkes bu konuyu konuşmaya başladı. Almanya Cumhurbaşkanı Wulff, bir iş adamından özel kredi kullanmış ve bunu saklamıştı haberde. Kısa süre sonra işin renginin farklı olduğu, krediyi verenin iş adamı değil, en az onun kadar zengin eşi olduğu ve bu kredinin daha sonra, bir devlet bankasından kredi çekilerek, Wulff cumhurbaşkanlığına seçilmeden önce geri ödendiği ortaya çıktı.

Bu arada,  sözkonusu iş adamının bir dergiye, işlemin nasıl yapıldığına dair detaylı bilgi vermesi, işi zora doğru götürürken, Wulff’un kendi açıklamaları ile kısa bir süre için bile olsa, ortalık rahatlamış gibi görünmüştü. Bir yandan da Wulff’un istifasının doğru olacağını belirten bir kesim, bu isteklerinin sesli dile getirmeye başlamıştı. Artık tüm basın bununla meşguldü. Aşırı sağcı terör bitmiş, sanki 10 tane kurban verilmemiş gibi, medya artık Wulf ile yatıp Wulff ile kalkıyordu.

Bu arada Merkel, halen sessizliğini koruyordu. Medyada ise, aşırı sağcı terör unutulmuş, bir yaralama olayı üzerine, iç işleri bakanı bile, herşeye rağmen islami terörün bir problem olduğunu söylüyordu. Hatta bu düşüncelerinde o kadar ısrarcı oldularki, bizim Dış İşleri Bakanı A.Davudoğlu’nun Almanya ziyareti esnasında bu düşüncelerini tekrarlamaktan çekinmeyince, Alman İç bakanı, Davudoğlu’ndan gereken cevabı almıştı.

BILD gazetesi, kredi meselesi ile ilgili haberlerle bir yere varamayınca, bu seferde Wulff ailesinin özel hayatına el atmış, ailenin 2008 den beri bilinen ve bu hususta Aşağı Saksonya eyalet parlamentosunda Wulff , kendisine yöneltilen soruları cevaplamıştı.

Ancak, bütün bu olanlarla ilgili, olayın seyrini değiştiren bir telefon olayı yaşandı. Wulff, ailesi ve eşi ile ilgili bir haberin yayınlanmaması amacıyla, bizzat BILD gazetesi editörünü aramıştı. Normalde haberleşme hürriyeti kapsamına giren bu olaydan sonra, BILD yayın yönetmeni kasedi gazeteci arkadaşlarının olduğu bir ortamda dinleyerek, onlarında özel niteliği olan bu telefondan görüşmesinden haberdar olmalarını sağlamış ve hukuken kendi gazetesinde yayınlayamayacağı haberi, diğer gazetelerde yayınlatarak okların tekrar Wulff’a dönmesini sağlamıştı. Sonrası malum, bir türlü dinmeyen bir medya linci ile, 16 Şubat 2012 de Hannover savcılığı, Wulff hakkında, maddi menfaat sağladığı yönünde, şüphe oluştuğu gerekçesi ile, dokunulmazlığının kaldırılması amacıyla federal parlamentoya başvurması üzerine, bir gün sonra Christian Wulff derhal geçerli olmak üzere, Alman Cumhurbaşkanlığı görevinden istifa etmiştir.

Wulff hakkında söylenecek en dikkate değer olay, aşırı sağcı terör kurbanlarının ailelerini Cumhurbaşkanlığı Sarayına davet etmesi ve Alman halkı adına onlardan özür dilemesi ve kurbanlar anısına, Berlin’de bir anma töreni düzenlenmesine öncülük etmesidir.

Türk cemaatleri ve diğer yabancı kuruluşlar ilk başta olayın ciddiyetini kavrayamamışlar, rekasiyon ve destek gösterdiklerinde ise çok geç olmuştur.

Merkel’e Cumhurbaşkanı dayanmıyor

Wulff olayının etkisini daha üzerinden atamayan Merkel, bir yandan AB içindeki ekonomik kriz ile mücadele ederken, 7 yıl içinde 3. Kez cumhurbaşkanı adayı aramak zorunda olan bir başbakandı. Oysa 16 yıllık iktidarı boyunca Helmut Kohl sadece 3 cumhurbaşkanı görmüştü. Şimdi, Merkel daha 7. Yılında 3. kez seçimlerle karşı karşıya kalmıştı. Ekonomik kriz ve yaşananlar Merkel’in gücü ve popularitesi hakkında soru işaretleri oluşturmaya başlamıştı.

Genel durum nazik idi ve Merkel’in elinde, rahat rahat beraber çalışabileceği bir cumhurbaşkanı adayı kalmamıştı. Bu durumu bilen, SPD bir anda eski adayları, 1990’dan 2000 yılına kadar eski Doğu Alman İstihbarat birimi STASİ dosyalrının tasnifinden ve kontrolünden sorumlu Joachim GAUCK’u tek aday olarak öne sürüverdiler. CDU ve FDP’den bilhassa CSU saflarından gelen tepkiye rağmen Joachim Gacuk, iktidarın ve muhalefetin ortak adayı oluvermişti. Medya da bir anda olayın üzerine atlayınca, daha seçim olmadan Gauck, gittiği her yerde cumhurbaşkanı muamelesi görmeye başlayıvermişti bile. Merkel, çaresiz bu oldu bittiye sesini çıkaramadı.

Gauck, bir anda Cumhurbaşkanı

Gauck’un adaylığı sırasında, onun yaşantısı ile gündeme gelen tek konu, Alman Cumhurbaşkanlığı sarayına resmi eşini değil, sevgilisini getirecek olmasıydı. Onada çare bulundu, kimin hatası, ikinci sevgilisi yoktuki, onun olmasındı. Dolayısıyla her şey, geniş bir ahlak yorumu ile aşıldı. Oysa Gauck bir din adamı idi, evliydi ve eşinden boşanmamış, ancak 12 yıldır bir başkası ile birlikte idi. Alman medyası için önemli değildi. Her şey bir anda servis edilmiş, senaryo hazırlanmış ve aktörler rollerini oynayarak Almanya’nın yeni cumhurbaşkanını seçmişlerdi.

Bu arada adaylığı sırasında, Wulff’un yaptığı hataları anlatırken, İslam Almanya’ya aittir sözünün, yer ve zaman olarak yanlış yerde söylendiğini belirtmiş, kendisinin aynı hataya düşmeyeceğini söylerken, eski bankacı Sarazzin’i de söylediklerinden dolayı anlayışla karşıladığını belirtmişti.

Bu sözleri tabiki hem Türk toplumunun, hemde diğer yabancı unsurların tepkisini çekti, cılız bir kaç basın bildirisinden öteye geçen bir etki yaratmadı.

18 Mart 2012 de İlk turda cumhurbaşkanı seçilen Gauck 23 Mart’ta yemin ederek görevine başladı. İlk konuşmasında pek öyle suya sabuna dokunmayan Gauck, dialog ve bir arada yaşama hususunda Wulff’un izinden gideceğini söylemekle yetindi.

Wulff’un gidişine üzülen Türk toplumu, yeni cumhurbaşkanının seçilmesiyle, açık mektuplarla tek tek görüşme taleplerini Gauck’a iletmeye başladılar.

Gauck ile birlikte, Alman Cumhurbaşkanlığı sarayında artık Rau’dan önceki döneme dönülmüş gibi gözüküyor.

Bu arada Gauck’un aile meselesinde Alman toplumunun ahlak anlayışıda sınanmış ve maalesef içinde yaşadığımız bu toplum, ailevi değerler açısından sınıfta kalmıştır.

Wulff olayı, bir Medya-toplum mühendisliği ürünüdür. Medya linci ile, eğer iyi yönetimez ise, basit bir meselenin bile çığırından çıkarılıp hangi noktalara yöneltilebileceği görüldü. Bu arada belirtelim, Hannover savcılığı tarafından açılan soruşturmada da sona doğru gelindi. Bir çok hususta soruşturma talebini red edilen savcıların elinde kala kala bir dosya kaldı. Hakim görüşe görede, Wulff bu dosyadan aklanıp çıkacak.

Tabi burada BILD gazetesinin rolü basın etiği açısından tartışılabilir. Rolü nedir? Neyi amaçlamışlardır? Bu soruların hiçbiri artık gündem de değil. Açık ve net olan, sözde Wulff skandalı ile, tüm Alman medyasında, aşırı sağcı terör haberleri bir anda unutulmuş, yerini daha magazinsel olan Wulff olayına bırakmıştır.

Gelecekte yeni cumhurbaşkanı Gauck’un Türk toplumuna ve yabancılara vereceği ne olabilir? Bunu zaman gösterecek.

Wulff, belki bir kaç Türk’ün yüreğinde benimde bir cumhurbaşkanım vardı diye hatıralarda kalacak.

Aşırı sağcı teröre kurban gidenler ve onların aileleri, kendi acıları içinde kavrulup duracaklar.

**bu husuta bakınız: http://www.spiegel.de/politik/deutschland/0,1518,698738,00.html

Muhterem Dilbirliği / Almanya

http://dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=205449

Haber analiz içinde yayınlandı | Yorum bırakın

17 Aralik 2004 öncesi ve sonrasinda Avrupa’nin Türkiye’ye Bakisi!

17 Aralik öncesi ve sonrasinda Avrupa’nin Türkiye’ye Bakisi

Türkiye nihayet yillardir kapisinda bekledigi Avrupa’ya giris müsadesi için tarihi 17 Aralikta aldi. Ancak bu öyle görüldügü kadar da kolay olmadi. Avrupa Parlamentosundan tutunda, komisyonlarina varana kadar nerede ise her memuru Türkiye’nin önüne engeller çikarmaya çalistilar. Ve nihayetinde, simdilik ellerinden baska bir sey gelmedigi için evet demek zorunda kaldilar. Peki neydi arka planda yasananlar? AB Türkiye ile neyin kavgasini yapmaya çalisti?

19 Eylül tarihli Die Welt gazetesinde yayinlanan bir makale,17 Aralik’ta Brüksel’de yasananlarin sanki bir ön habercisi gibi idi. Almanya’da Eylül ayinda, bazi eyaletlerde yapilacak olan yerel seçimler öncesi hem CDU hemde CSU, Haziran 2004’de yapilan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oldugu gibi, Türkiye’nin AB üyeligini seçim malzemesi yapmaya çalismislar ancak pek basarili olamamislar ve her iki seçimde de oldukça belirgin oy kaybina ugramislardi. AB komisyonu tarafindan açiklanacak olan 6 Ekim’de ki ilerleme raporundan önce -ki bu raporun içerigi üye ülkelerde biliniyordu- Alman CDU partisinin lideri olan Bayan Angela Merkel son bir hamle ile, Türkiye’nin tam üyeligine karsi olduklarini üye 25 ülkenin liderlerine ve üye ülkelerden Avrupa Parlamentosuna seçilen EVP (Avrupa Muahfazakar Birlik Partisi) üyelerine mektup yazarak dile getirmisti. Merkel, bütün üye ülkelerin liderlerinden ve 17 Aralikta Türkiye ile tam üyelik için görüsmelere baslanmasi için yapilacak oylamada hayir oyu vermelerini rica etmisti. Merkel mektubunda özellikle Türkiye için özel statülü bir ortakligin kurulmasini savunmakta idi.

Angela Merkel ve partisi CDU ile kardes parti olan CSU her firsatta Türkiye’nin tam üyeligine karsi çikmaktadirlar. Hatta hem Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesi, hem de Eylül ayinda Almanya’daki birkaç eyalette yapilan yerel seçimlerde bunu seçim malzemesi yapmislar, Türkiye’nin tam üyeligine karsi imza kampanyalari dahi düzenlemislerdi. Hatta, Angela Merkel, Türkiye’nin ayricalikli ortaklik statüsünü anlatmak için, 2004 basinda Subat ayinda Basbakan Tayyip Erdogan ile dahi görüsmüs, ancak Türk hükümetinden bu konuda gereken cevabi almisti.

CDU’nun kardes partisi olan Bavyera eyaletinde teskilatlanmis olan Alman CSU partisi ve Lideri Edmund Stoiber ise daha da ileri giderek Türkiye’nin Avrupa’da isi olmadigini, Türkiye’nin üyeligine karsi olduklarini her firsatta dile getirmektedir. Ancak her iki partide, geride kalan seçimlerde oldukça önemli oranlarda oy kaybina ugramislardir. Bu da göstermektedir ki, bu partilerin Türkiye’nin tam üyeligini malzeme yaparak seçime girmeleri onlarin aleyhine olmustur.

Bu her iki partinin (CDU/CSU) ortak bir özelligi ise, dis politikada Schröder hükümetinin kararlarini siddetle elestirmeleri ve ABD yanlisi bir dis politikayi savunmalaridir. Alman SPD hükümetinin Irak’ta Fransa ile bir olup ABD’ye kafa tutmalarinin tamamen yanlis oldugunu savunmuslar, hatta daha da ileri giderek, üst düzey yöneticilerinden bir kismi, Irak isgalinin baslangiç döneminde ABD baskanina mektup yazarak, Alman halki ve hükümeti adina özür dilemislerdir.

Alman muhafalefetinin aksine, hükümette bulunan SPD ve Die Grüne (Yesiller ) partisi ile CDU’nun 16 yil hükümet ortakligini yapmis olan FDP (Alman Liberal Partisi), özellikle 11 Eylül olaylarindan sonra, tam üyelik konusunda Türkiye’ ye tam destek verme karari almislar, arada çikan bir iki küçük çatlak seslere ragmen 17 Aralik 2004′ e kadar desteklerine devam etmislerdir.

Hatta Türkiye’de, çesitli zamanlarda basindan tanidigimiz yesillerin ileri gelen politikacilarindan Claudia Roth ve Türk asilli Cem Özdemir bile politik düsüncelerinde revizyona gitmisler, tam üyelik için Türkiye’ye destek vermege baslamislardir.

Alman kamuoyu ise, bu hususta tamamen ikiye bölünmüs ve neredeyse yari yariya bir kesim Türkiye’nin üyeligine destek verirken diger kesim ise tam üyelige karsi çikmaktadirlar. Bu durum Almanya da zaman zaman yapilan kamu oyu yoklamalarinda da tespit edilmistir.

Ister politkaci olsun ister siradan Alman vatandasi olsun, Türkiye’nin tam üyeligine destek verenler, bunun AB’yi güçlendirecegini, çok kültürlü bir Avrupa için önemli oldugunu ifade etmektedirler. Aksine, Türkiye’nin tam üyeligine karsi çikanlardan, siradan Alman vatandasi tam üyelige karsi çikarken, Türkiye’nin Avrupa’ya ait olmadigini, tamamen farkli bir kültür ve farkli bir dine mensup oldugunu belirtmektedirler. Türkiye’nin tam üyeligine karsi çikan, CDU ve CSU partileri ise, ayni sebeplere dayanarak tam üyelige karsi çikmakta, lakin Türkiye’nin tamamende bosverilemeyecegi düsüncesiyle, Türkiye’ye ayricalikli ortaklik gibi bir elbiseyi biçip giydirmeye calismaktadirlar.

Alman ana muhalefet partisi olan CDU, özellikle Lideri Merkel’in destegi ile, ilerleme raporu öncesi, Türkiye’nin tam üyeligine karsi imza kampanyalari baslatmislar, ancak gerek partiye üye Türk asilli Almanlarin gereksede kamuoyunun tepkisinden dolayi, bu aksiyonlarindan vazgeçmislerdir.

12 Aralik tarihli Spiegel Online sayfalarina yansiyan bir haberde CSU partisinin Lideri ve geçen genel seçimlerde CDU/CSU birliginin ortak basbakan adayi olan Edmund Soiber, Türkiye’nin tam üyeligine karsi olduklarini ve 2006 yilinda iktidara geldiklerinde bütünüyle bunu engellemeye çalisacaklarini ve müttefikleri Fransa ile birlikte Türkiye’nin tam üye olarak degilde, ayricalikli bir statü verilmesi için çalisacaklarini belirtmisti. Buna karsin Basbakan Erdogan BILD am Sonntag gazetesine verdigi demeçte, bunun Türkiye’yi dislamak anlamina gelecegini ve eger Avrupa kendini bir Hristiyan Klübü olarak nitelendirirse, asil problemin o zaman ortaya çikacagini ve bugünkü Avrupa’nin degerler bütünü içerisinde Türkiye’nin de yer almasi gerektigini savunmustu.

Buna karsin parti üst kademelerinde yapilan açiklamalarda, 17 Aralik’ta sonuç ne olursa olsun, 2006 Federal Parlamento seçimlerinde CDU ve CSU, Türkiye’nin tam üyeligine karsi oldukalarini ve bunu seçim kampanyalarina koyacaklarini belirtmislerdir.

Bununla beraber CDU lideri bayan Merkel, Türkiye’nin AB’ye tam üyeligine karsi yaptiklari kampanyanin basarisizlikla sonuçlandigini ve istedikleri sonucu elde edemediklerini belirtmistir. Merkel, çalismalarin bir hayal kirikligi ile sonuçlandigini, ve hatta iktidarlarinda muhafazakar-hiristiyan partilerin oldugu AB üyesi ülkelerde bile kabul görmedigini belirtmistir. Alman Sansölyesi Schröder ise, CDU’nun anti-Türkiye kampanyasinin akim kalmasinin sevindirici oldugunu, CDU’nun gerek Almanya içerisnde, gerekse Avrupa çapinda, Türkiye ile ilgili politikasindan dolayi izole edildigini belirtmistir. Hatta, en agir elestiriler yine CDU siralarindan, eski basbakan Kohl’ün savunma bakani Rühe’den geldi. Rühe’de Merkel’in hata yaptigini, Türkiye ile tam üyelik görüsmelerine baslanmasinin hem Avrupa için hemde Türkiye için degerlendirilmesi gereken büyük bir sans oldugunu dile getirdi.(kaynak:Spiegel Online 18.12.2004)

Almanya’da iktidarda bulunan partilerden SPD ve Yesiller ile, küçük muhalefet partisi FDP, özellikle ABD’nin Irak’i isgali ile baslayan ortadogudaki yeniden yapilanma çabalarindan sonra, Türkiye’nin AB’ye tam üyeligine verdikleri destegi yüksek sesle dile getirmisler, hatta bu fikirlerini, müttefiklerine dahi kabul ettirmeye çalismislardir. Son olarak, Federal Parlamento da Türkiye için yapilan oylamada, Alman Bundestag’i çogunluk karariyla, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesine destek veren Alman Hükümetinin kararini onaylamistir.

Bastan beri aslinda Almanya ile birlikte hareket eden, ancak yapilan son seçimlerde sosyalistlerin iktidardan gidip, muhafazakarlarin iktidara gelmesi ile son ana kadar farkli bir ikilem içine düsen Fransa, son anda devlet baskani Chirac’in çark edip, Almanya ile birlikte hareket etmesi sonucu, Türkiye 17 Aralikta, Ekim 2005 için müzakere günü alabilmistir.

Benzer sekilde, iktidarlarinda, muhafazakar Hristiyanlarin hükümet ettigi, Hollanda, Danimarka gibi diger üye ülkelerde de efkar-i umumiyeleri Türkiye aleyhine olmasina ragmen devlet devamliligi esasina dayali olarak AB zirvesinde Türkiye lehine oy kullanmislar, daha önceki hükümetler döneminde alinan kararlardan vaz geçmemislerdir.

Zirve öncesi aslinda, çekingen davranan, belkide en tehlikeli olacak olan eski dogu bloku ülkeleri, bu beklentileri hakli çikaracak bir sekilde, Türkiye önüne engeller koymaya çalismislar, Litvanya, Türkiye’ye insan haklari hususunda ders vermeye çalisirken, bu sene mayis ayinda AB üyesi olan Slovakya, Ermeni soykirimi ile ilgili hususta bir kinama metnini parlamentosunda oylamaya sunmus ve kabul etmistir.

Buna karsin, gerek zirve öncesi yapilan kamu oyu yoklamalarinda, gerekse de açik destek hususunda, Ispanya, Italya ve Ingiltere, Türkiye’nin tam üyeligine destek vermislerdir. Hatta, bir Alman arastirma kurulusu olan GFK tarafindan Wall street Jornal için yapilan kamu oyu yoklamasinda, Ispanyol halkinin % 67’sinin Türkiye’nin tam üyeligine destek verdikleri ortaya çikmistir. Bu kamuoyu arastirmasina göre, Alman halkinin %55’i Türkiye’nin tam üyeligine karsi çikarken, Fransizlarin %67’si karsi olduklarini belirtmislerdir. Buna karsin Italyanlarin ve Ingilizlerin sadece %30’u Türkiye’nin tam üyeligine karsi olduklarini belirtmislerdir. (kaynak:Spiegel Online 13.12.2004)

Basta Almanya olmak üzere, Türkiye’nin tam olarak üyeligine karsi çikanlar açikça söylemeseler bile, Türkiye’nin müslüman bir ülke olmasindan rahatsizlik duymaktalar. Resmi agizlardan söylenmese bile, degisik agizlardan, kendi ülkelerinde kamuoyu olusturmak amaciyla, her firsatta Türkiye’nin bu özelligi dile getirilmektedir. Müslüman bir Türkiye’nin Avrupa’nin homojenligini bozacagi, farkli bir kültür ve anlayisa sahip bir Türkiye’yi Avrupa’nin hazmedemeyecegi ve sikintilara yol açacagi, ifadeleri kamu oyuna aktarilmaktadir. Hatta, yanli ve maksatli haberlerle kamuoyu yaniltilmaya çalisilmaktadir. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra, basta Almanya olmak üzere, Avrupa’da Müslüman=Türk gibi bir yaklasim içerisine girilmis, hedef olarak bir anda Türkler gösterilmis, fakat zaman içerisinde bu yanlisin farkina varilmis ve farkliliklar anlatilmaya çalisilmistir. Lakin, halen siradan avrupalinin çogunun zihninde resim Müslüman=Türk seklinde kalmistir.

Diger yandan, Türkiye’nin AB ile geride biraktigi dönemdeki süreci dogrudan etkileyen ikincil olaylar da, 17 Aralik öncesi Türkiye aleyhine tepkinin bu kadar yogun olmasina sebep olmustur. Bu olaylar içerisinde Almanya’da Metin Kaplan’in yakalanarak Türkiye’ye iade edilmesi ve Hollanda’da hollandali ateist bir film yönetmeninin, Fas asilli müslüman bir Hollandali tarafindan öldürülmesi sayilabilir. Bu olaylarin dogrudan Türkiye’nin tam üyeligi ile bir ilgisi gözükmese bile, buradaki medya organlarinin zaman zaman tarafgir yayinlari neticesinde, Türkiye aleyhine beklenmedik bir aleyhte kamuoyu olusmustur.

Türkiye’ye ulasan haberlerin aksine ya da Türkiye’den göründügünden farkli olarak, özellikle Almanya’da PKK ve Kürtler haber konusu olmamis, Die ZEIT, SPIEGEL ve Die Welt gibi büyük yayin organlarinda, aleyhte konular olarak, Türkiye’nin Kibris’i taniyip tanimamasi, Türkiye’deki Hristiyanlarin Haklari, azda olsa Ermeni Soykirimi ile ilgili haberler yapilmis, bunlarla Türkiye aleyhine kamuoyu olusturulup, üyelik müzakerelerinin önüne geçilmeye çalisilmistir. Ermeni soykirimi ile ilgili haberler pek taraftar bulamasa da, Kibris’in taninmasi ve Türkiye’deki Hristiyan haklari ile ilgili haberler sokaktaki insani dahi mesgul etmistir.

Ilginçtir ki, bütün aleyhte olusturulan kamuoyuna ve oynanmaya çalisilan oyunlara ragmen, hiç bir ülkede resmi agizlardan, Türkiye’nin Avrupadan dislanmasi gerektigi ya da Avrupa’ya ait olmadigi gibi bir iddiaya girisilmedi. Alman CDU ve CSU partileri ile, Fransiz Devlet baskani Chirac son ana kadar Türkiye’ye ayricalikli bir statü kilifi giydirme ugrasinda iken -yukarida belirttik, bu elbise kabul görmeyince, Chirac bile iç politikayi bir kenara iterek, fikrini degistirdi- asiri sagcilarin iktidarda oldugu Avusturya’da bu gün bile Türkiye’nin yerinin Avrupa’nin yani oldugu dile getirilmektedir. Asiri sagcilarin fiili lideri Jörg Heider’in bile ” Türkiye ne Islam dünyasina, ne de Amerikaya birakalmayacak derecede önemli bir ülkedir” ifadesi oldukça dikkat çekicidir

Sonuç olarak alinan bir müzakere tarihi vardir. Bu tarih, tam olarak hedeflenen nokta olmasa bile Türk hükümeti oldukça büyük asama kaydetmistir. Bundan sonra, aleyhte olacak her gelisme, AB’nin Türkiye’ye farkli bir elbise giydirme ugrasisi, yeni dünya düzeninde AB’nin sonunun baslangicina atilan adimlar olacaktir.

 

Bu yazi 2005 ocak ayinda kaleme alinmistir.

Yorum bırakın

DÖNME DOLAP…

DÖNME DOLAP…

Yaklaşık 10 günden beri hem Amerika finans piyasalarında, hem Asya borsalarında ve hemde Avrupa finans piyasalarında büyük bir panik ve çöküş yaşanıyor. Başlayan bu hafta ile çöküşün hızlanacağı ve tüm dünyaya yayılacağından endişe ediliyor. Bu çöküş neticesinde, bazı uzmanlara göre Türk para piyasasıda etkilenecek deniliyor. Bu tabiki daha yeni yeni “mortgage” sistemine geçmeye çalışan ve daha bu alanda emekleme safhasında olan, Türkiye emlak finansmanı sektörü içinde çok çok önemli.

Ancak olayın gelişimi açısından dikkatle bakılacak olursa, bir dönem Türkiye’de yaşanan ve çeşitli yasal düzenlemelere rağmen, halen büyük sorun olan kredi kartı problemi ile büyük benzerlikler arzetmektedir. Ancak, işin içerisinde büyük Avrupa bankaları girince iş tamamen değişmektedir.

Aslında Dünya ekonomisinde, böyle bir krizin yaşanacaği sene başından beri beklenmekteydi. Çin-Şangay borsasında yaşananlar, akabinde Tokyo borsasında yaşananlar, dünya para piyasalarını çok ağır bir krize sürükleyecek çapta değillerdi. Hatta terörizm, İran meselesi bile, beklenen ekonomik krizi tetiklemeye yetmemişti. Peki ne olduda bir anda, Amerikan emlak piyasasındaki geri dönmeyen krediler, tüm dünyanın başına problem oldu da, ekonomik krize yol açtı? İşin uzmanlarına bakacak olursa bu daha işin başlangıcı ve asıl kriz daha büyük be daha geniş çaplı gelecek deniliyor.

“Görünen köy kılavuz istemez” demiş atalar. Geçtiğimiz haziran ayı bayı aşında, Almanya’da ki G 8 zirvesinde, dünya politikaları konuşulurken, “Hedge Fonds” denilen yatırımcı paketlerinin daha sıkı ve etkin bir şekilde kontrolünden bahsedilmişti. O zamana kadar hep iktisadi alanda konu edilen bu kavram, ilk defa siyasi olarak orada zikredilmişti. Teklifi getiren ve bu tür fonların yatırım rizikosu ve vergilendirme açısından denetimini isteyen ise Almanya başbakanı Merkel idi. Bu tür fonların finans piyasalarında adedinin ve hacminin artması Almanya başbakanı Merkeli endişelendirmiş olacakki, gündemde olmadığı halde bu konuda görüşülmüştü.

Peki bu “Hedge Fonds” nedir? Bu tür fonların kesin bir tarifi yok. Yatırım fonlarına benzer şekilde, fon yöneticisi tarafından, büyüklüğü, süresi ve yatırım alanları belirleniyor. Mümkün olan en kısa süre içerisinde, yatırım alanlarına göre, mümkün olan maksimum karı hedefleniyor. Ve bütün tariflerde verilen ortak ifade, “bu tür fonlar, hiç bir kural ve kaideye bağlı değil”. Yani kendi kuralını kendi koyuyor ve tam anlamıyla, vahşi ve aç gözlü bir şekilde, başkasının sırtından para kazanmayı ifade ediyor. Bu hususta, hükümetli endişelendiren, daha doğrusu ilgilendikleri en önemli husus ise, bu tür fonlara para yatıran kişilerin kimliği. Görünürde sadece fon ve fon yöneticisi var. Hukuki alt yapısı olmadığı ve hiç bir kurala tabi olmadığı için de etkin vergi denetimi bu tür fonlar için yapılamıyor.

Krizin başlangıçta sadece Amerika piyasalarını etkilediği düşünülüyordu. Ancak çok geçmeden Amerika’da emlak kredisi veren şirketler arka arkaya iflaslarını açıklamaya başlayıp, borsada düşünce, krizin etkisi Avrupa’ya kadar ulaştı. Şu anda gelinen noktada, büyüklü küçüklü neredeyse tüm bankaların bu işe batmış olmaları ve piyasadaki krizin gittikçe derinleşmeye başlaması. Son hafta içerisinde, Avrupa merkez bankası piyasaya 150 milyar Euro’ya yakın para transferi yaptı. Bu da krizin ve etkilerinin ne kadar büyük olacağını gösteriyor. Şu ana kadar bir büyük Fransız bankası ve bir çok Alman eyalet devlet bankaları, Postbank, Deutsche Bank, IKB Bank gibi oldukça önde gelen bankalar, Amerika’daki yatırımlarını tek tek açıklamaya başladılar. Onlar açıkladıkça, merkez bankalarıda piyasaya para sürdüler. Daha doğrusu, bankalara ve yatırımcılara açıklarını kapatmak için faizli kredi verdiler. Bu krediler tabiki, yatırımcının kar açığını kapatmak için, dikkat edin zararı ortadan kaldırmak için değil, yüksek faizle yine başkalarına kredi olarak verilecek ve oradan elde edilen gelirler, merkez bankalarına borçlar ödenecek ve yine aradan birileri karlı çıkacak.

Tabi bu arada ortaya çıkan gerçek, ABD’de emlak piyasalarını kimin finanse ettiği ve paranın kaynağının nereden geldiği gerçeği. Şu anda Fransız BNP Paribas, Alman IKB ve Postbank bankaları ABD deki yatırım miktarlarını açıkladılar ve bazı fonlarındaki faaliyetlerini durdurdular. Ancak, AB merkez bankasının piyasaya sürdüğü 150 milyar EURO yu aşan miktardaki emisyon, felaketin boyutlarını gözler önüne seriyor.

Şimdi gözler ve bütün oklar Standat & Poors gibi, kredi değerlendirme kuruluşlarına çevrilmiş durumda. Hatırlarsanız, Türkiye’nin ekonomisinin stabil olmadığı zamanlarda, gazetelerden ülkemize verdikleri kredi notunu okuduğumuz kuruluşlar. Bu kuruluşların değerlendirmesine güvenerek, ABD’de yatırım yapan Avrupa şimdi, şapa oturmuş bir şekilde aç gözlülüğünün cezasını çekiyor. Cılız bir seslede dile getirilsede, bir kısım uzmanlar, bu kredi değerlendirme kuruluşlarının, ABD’de ki emlak finans şirketlerinin notlarını bilerek yanlış gösterdiği ve felakete zemin hazırladığı yönünde.

Her açıdan globalleşen ve artık küçülen dünyada, neredeyse bizim ülkemizdeki sıradan vatandaşın cüzdanı ile ABD ve Avrupa’daki büyük finans devlerinin kasaları, ekonomik krizlerde aynı etkiyi görür hale geldiler. Hanüz bu krizin etkisi, sıradan vatandaşta görülmese bile, herkes kaybını bir şekilde azaltmaya çalışıyor. Kapitalist sistem içerisinde, faiz adı altında, sokaktaki insanın cebinde para çalmak kanunla korunduğu için, büyükler hep küçükleri ezer duruma gelmişlerdir. Toplumda gelirler adaletli şekilde dağıtılmadığı için, çoğunluk bir kısım hep ezilen ve cezayı çeken durumunda. Bu ekonomik kriz eğer sadece şu anki bilinen çapında kalıp, kısa sürede atlatılırsa, en geç 6 ay içerisinde, sıkıntıları, etkileri en aşağaya ulaşacak. Hayatta kalabilmenin şartı, sıkıntıya katlanmak. Eski zenginlerden yeni fakirler yaratıp, eski fakirlerdende yeni zenginler yaratacak. Aynen dönme dolap gibi, bir aşağıda bir yukarıda.

Siyasilerin en büyük korkusu, krizin kontrolden çıkıp büyük bir eskalasyonla, tüm dünyadaki iktisadi hayatı ve dolayısı ilede sosyal hayatı etkilemesi. Bir başka deyişle, kapitalizmin çökmesinden de endişe ediliyor. Öteden beri krizde olan, ABD ekonomik sisteminin devamı artık tamamen AB, Japonya ve Çin desteğine bağlı gibi gözüküyor. Zaten üretim aşamasında ABD tarafında sömürülen bu devletler, artık finansman yönünden de ABD tarfından sömürüleceğe benziyor. Ne kadar devam edebilirler, ne kadar dayanabilirler ABD finans sektörünü finanse etmeye, artık orasını Allah bilir.

Ekonomisini az çok rayına oturtmuş bir Türkiye bundan ne kadar etkilenir? Türkiye’nin elinde ABD’de yatırım yapacak milyar euroları yada milyar dolarları olmadığı için, ilk etapta kaybedenler sınıfında görünmüyor. Ancak ilerleyen zamanlarda, bu krizin etkilerinin sokaktaki insana ulaşmaya başladığı dönemlerde, yöneticilerin basireti ve becerisine bağlı olarak az-çok bu olaylardan etkilenecektir.

Muhterem Dilbirliği

dilbirligi@yahoo.com

Bu yazi 2008 yilinda Dünya Bülteni adli Internet haber sitesinde yayinlanmistir.

Makaleler - 2007-2008 Dünya Bülteni içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Multi-Kulti, Döner, Konvertit (din değiştiren) ve Terör

Multi-Kulti, Döner, Konvertit (din değiştiren) ve Terör

90’lı yılların başı, Almanya’da yabancılarla ilgili problemlerin arttığı ve yabancılara karşı ve bilhassa iki Almanya’nın birleşmesinden sonra Türklere karşı saldırıların arttığı zirveye ulaştığı dönemlerdi. Önce Mölln ardından Solingen kentlerinde, Türklerin oturduğu evler kundaklanarak yakılmış ve vatandaşlarımızın canlarına kıyılmıştı. Olayların failleri mevcut yasalar çerçevesinde en yüksek cezaları almışlardı. Almanya’nın her iki şehride, isimlerini bu olaylarla tüm Dünya’ya duyurmuşlardı.

1998 yılındaki hükümet değişikliğinden sonra SPD ile birlikte iktidara gelen Yeşillerin öncülüğünde, uzun zamandır dile getirilen ve iktidarada iken ise artık uygulamaya çalışılan, çok kültürlü, çok dinli, hatta çok dilli bir toplumdan bahsedilmeye başlandı. Yıllardır, Almanya’da yaşayıp Almanca’yı öğrenmeyen, öğrenmek istemeyenlere karşı, devlet veya belediyeler Almanca yerine, bu insanlara ana dilleri ile hitap etmeye başladı.

Köşedeki Türk dönercisinden ayaküstü öğlen yemeğinde yenilen, kuzu veya dana etinden yapılan ekmek arası döner, dönerin orada satışa sunulması, akdeniz meyveleri ve sebzeleri satan marketlerin varlığı, Alman kültürü yanında değişik kültürlerin varlığını kabul etme ve buna müsamaha gösterme, multi-kulti denilen, çok kültürlü toplum modelini savunma moda haline geldi. Bu toplum modelini savunma amacıyla ortak çalışma grupları kuruldu. Festivaller, organizasyonlar yapıldı. Hatta İsrail’de 1999 yılında yapılan şarkı yarışmasında multi-kulti kavramı altında, Alman ve Türkler den oluşan bir grupla Almanya temsil dahi edildi. Bütün bunlara rağmen, Almanya’da yaşayan, Avrupa’da yaşayan yabancıların ve daha da önemlisi bir islam ülkesinden gelen göçmenlerin sorunları hasır altı edildi. Bu güne kadar, bir hrıstiyan ülkesinde, müslüman olarak taviz vermeden nasıl yaşanır? sorusuna bir türlü kendilerini muhatap kabul etmeyen biz müslümanlarda 11 Eylül 2001 sonrası darmadağın oluverdik. Sayı olarak, önemli miktara ulaşmış olsak bile, çok başlılığın ve organizasyonsuzluğun ve disiplinsizliğin verdiği zayıflıkla, başta ABD ve Avrupa ülkelerinde olmak üzere, haksız bir savunma durumuna sokulduk. Halen, her kafadan bir ses çıkmakta, kimse sorumluluk altına girip, durun ne oluyoruz? sorusunu sorarak, ben her şeyden önce insanım ve müslümanım diyecek cesareti kendisinde gösterememektedir.

***

Geçtiğimiz haftaya damgasını vuran olay, Almanya’da yakalanan eylem hazırlığı içerisinde bulunan üç müslüman idi.  Müslüman diyorum; çünkü o şekilde tanıtıldılar. Anlatıldığına göre hedefleri, Almanya’daki Stratejik ve önemli Amerikan noktalarıydı. Yapamadılar. Eylem hazırlığı içerisinde iken, yakalandılar. Almanları  ve kamu oyunu en çok şaşırtan durum ise, bu kişilerden ikisinin, Müslüman olmuş, din olarak İslam dinini seçmiş olan Almanlardan olması idi. Yani onlara göre KONVERTİT (din değiştirmiş) idiler. Olayın ayrıntılarına girmeye gerek yok. Polisin uzun zamanlı takibi, teröristlerin takip edilme kuşkusu ile sürekli ev değiştirmeleri artık işin hikaye yönü. Ancak, fotoğrafta gösterilen, yani kamu oyuna verilmeye çalışılan mesaj, müslümanların iflah olmaz yolda olduğu ve Almanların ve Almanya’nın sürekli tehlike içerisinde yaşadığıydı.

Daha önceki değerlendirmelerimizde de belirtmiştik. Almanya’da 11 Eylül sonrası, tamamen saflar ayrılmağa başlamış, bir kesim bazen gizli , bazen açık şekilde İslam ve yabancı düşmanlığı yaparken, diğer bir kesim ise, geleneksel hukuk devleti ve özgürlükçü düşünce açısından olayı değerlendirip, yabancılara, islama ve müslümanlara destek çıkmaktadır.

Ancak, Avrupa’da islamiyet adına eylem yapma hazırlığı içerisinde yakalanan her terörist yada yapılan eylemler, batı toplumları içerisinde yaşayan müslümanları daha dar alanlarda yaşamaya mahkum etmekte, toplum içerisinde her müslümanı otomatik olarak hedef haline getirmektedir. Müslüman kuruluşlar sanki terörsit eğiten birer organizasyon gibi medyada yer almaktadır. Almanya’da son hafta içerisinde yakalananların içerisinde bulunanlardan ikisinin arada bir ziyaret ettiği Ulm kentindeki bir caminin, bir terör yuvası şeklinde gösterilmesi, Almanya’da yaşayan her müslümanı üzmüştür. Çok daha ilginci ise, yakalananlardan ikisinin ise, Alman asıllı, sonradan İslamı kendilerine din olarak seçmiş kişiler olması idi. Yakalananlar açısından, pek önemli olmasa bile, Almanya’da din olarak islamı seçen ve islamı yaşamaya çalışan Almanları hedef alan karalama kampanyaları ve hatta din değiştirenlerin sicilinin tutulmasından tutunda, şüpheli sıfatıyla takip altına alınmasını dahi isteyen, ucuz çağrılar medyada oldukça geniş şekilde yer almıştır.

Yakalanan kişilerin kimlikleri ve ne işle uğraştıkları, hedefleri ortaya çıktıkça, yaşantıları ile ayrıntılar bir bir gün yüzüne çıkıyordu. Yakalananların uzun süredir Almanya içinde takip edildikleri bir yana, Almanya dışında da takip edildikleri, bu kişilerin son aylar içerisinde nereleri gezdikleri ve hangi ülkelerde bulundukları tek tek kamu oyuna aktarılıyordu. Operasyon öncesi, zaten Alman kamu oyunu günlerdir meşgul eden, terör şüphelisi kişilerin bilgisayarlarının, internet ortamında gizlice kontrol edilmesi, denetlenmesi tartışmaları yapılıyordu. Yakalanan kişilerin, belirli zamanlarda Pakistan’da bulundukları ortaya çıkınca, Almanya eyaletlerarası iç işleri bakanları konferansında, yurt dışında Kur’an Öğrenme amacıyla yapılan seyahatlerin, belirli ülkelere yapılması halinde (örnek olarak Pakistan veriliyor) bu eylemin dahi cezalandırılmasına karar verilmesi ve buna bir islami kuruluşunda destek vermesi, artık müslümümanlara resmi yollardan yapılacak tahakkümün, hangi noktalara ulaşacağını önceden haber verir gibi…

Çok daha ilginci ise, en büyük te’lin ve kınama mesajlarından birinin Almanya Merkez Müslümanlar birliği (ZMD) tarafından yapılmış olması idi. Teröristlere müsamaha göstermeye, yapmayı düşündükleri eyleme ve masum insanların ölmesine kimse razı olmaz. Nitekim bende razı değilim. Ancak, ZMD yetkilisinin, tüm Almanya’da yaşayan müslümanlara çağrıda bulunarak, her şüpheli faaliyetin ve ekstrem davranışların bildirilmesinin müslümanın vazifesi olduğunu ve bu hususta güvenlik kuvvetleri ile işbirliği yapılmasını belirtmesi oldukça ilginçti. Ancak, burada ekstrem ve şüpheli davranış ve faaliyetlerin, cami cemaati açısından neler olduğunun tarifinin yapılmaması, her müslümanı ekstremist, camilerdeki her faaliyeti de şüpheli faaliyet kapsamına sokacak derecede derinlikten ve düşünceden yoksun, acele ile yapılmış bir açıklama olarak satır aralarında kaldı.

İslam adına mal edilen, her terörist olay, ortaya çıkarılan her örgüt, maalesef Avrupa’da  yaşayan her müslümanı sanık sandalyesine oturtmaya yetmektedir. Müslümanlar, İslam’a mal edilemeye çalışılan her olay sonrası daha geri çekilmekte ve daha başka bir savunma ve suçluluk psikolojisine bürünmektdir. Müslümanlar, aynı safta namaza durdukları kapı komşusunun ekstrem ve şüpheli faaliyeti ile, ılımlı islam denilen durum arasındaki çizgide sıkıştırılıp, adeta hareketsiz ve başıboş bir şekilde bırakılmaya çalışılmaktadır.

Artık hepimiz, gerek kendi hayatımızdan dolayı, gerek sevdiklerimizin hayatından dolayı hassas hale geldik. Hepimizin korkusu aynı. Adı ne olursa olsun, terörün her şeklinden korkar, ürker hale geldik. Aramıza fitne tohumları ekip bunlardan pay çıkarmaya çalışanlar var. Korku tohumları ekip, islamdan soğutmaya uzaklaştırmaya çalışanlar var. Artık her zamankinden daha uyanık olmalıyız. Artık her zamankinden daha diri, daha bilgili olmalıyız. Daha çok okumalıyız ki, fitneyi aramızdan, kalbimizden söküp atalım ve islam dinini adına yaraşır şekliyle yaşadığımız ülkelerde temsil edelim, yaşayalım.

Hayırlı ve huzurlu Ramazanlar dileği ile.

Ramazan-ı Şerifiniz Mübarek olsun, ailelerinize huzur getirsin inşa-allah.

Muhterem Dilbirliği

dilbirligi@yahoo.com

Bu yazi 2007 yilinda Dünya Bülteni adli Internet haber sitesinde yayinlanmistir.

Makaleler - 2007-2008 Dünya Bülteni içinde yayınlandı | Yorum bırakın